İkinci Bölüm
Babam içkiye başladığından itibaren konuşmayı sevdiği kadar çok konuşanları da sevmezdi. Bulunduğu ortamda bu konuda tek olmayı ister, başkasının uzun konuşmasına izin vermez, birisi bir şey anlatacak olsa bir yolunu bulur punduna getirir araya girer ve konuya benzer kendi hikâyesini anlatmaya başlar mikrofonu kapar bir daha vermezdi. Eğer ortamda hatip kıvamında sıkı konuşmacı olurda mikrofonu sık sık kaptırıyorsa ve baş edemediyse öyle ortamlarda fazla kalmaz ayrılırdı.
Eczaneyi işlettiği yıllarda genellikle akşam olduğunda eczaneyi bana bırakır, Körfez Restoran’da masa açar demlenmeye başlardı. Onu gören gelir, masa kalabalıklaşır ödemeyi kimseye bırakmazdı. İçki masasında da olsa oturarak konuşmayı sevmez elinde kadeh ayakta görürdüm hep. Masasında her akşam kentin ileri gelenlerinden birileri olurdu. Sık sık Bodrum’a gelip giden sinemamızın komedi sanatçılarından meşhur Cilalı İbo (Feridun Karakaya) ile bu sayede tanışmışlar ve Cilalı İbo’nun komedi ustalığı paralelinde muhabbet arkadaşlığı kurmuşlardı.
Eczaneyi kapatıp eve giderken akşam restoranda içmiş olurdu. Yol boyunca konuşa konuşa giderdik. Elbette O konuşur ben sadece dinlerdim. Açık olan her dükkânda bir sohbet olurdu. Konuşurken yürümeyi sevmez durup da konuşurdu. Beraber yürürken bir mevzu bulur ve onu anlatırken dururdu, bazen dalgınlığıma gelir durmamız gerektiğini unutur yürümeye devam ederdim, sesi gittikçe azaldığından yanıma bakarım babam yok, taaa gerilerde durmuş anlatmaya devam ediyor. Gersin geriye döner yanına gider mevzu bitince yürümeye devam ederdik. Bu böyle sık sık olurdu. Elbette beş on adım sonra yine yeni bir mevzuya girdiğinden yine dururduk. Bizim yol böyle dura dura uzar giderdi. Zaten eve bir buçuk iki saatten önce vardığımız pek olmazdı. Hepi topu on beş dakikalık yoldu.
Tek eczane olarak çalıştığımız ilk zamanlarda on üç on dört yaşlarındayım. Kış günlerinde akşam saat 10’da, yazın da gece 12 ya da 01’de kapatıyorduk. Eczane kapandıktan sonra ihtiyacı olan, kapıda yazan adrese gelip evden kaldırıyorlardı. Yaz aylarındayız. Sık sık akrep sokmaları gece de yaşanmakta. Akrep serumu almak için gece eve gelip, tekrar eczaneye gitmede gecikmelere sebep olmamak için, bir kısım akrep serumunu da evdeki buzdolabında muhafaza etmeye başladık. Bir gün gündüz eczanede çalışırken, akrep sokma olayı nedeniyle serum almaya geldiler ancak, eczanedekiler bitmiş evde var. Babam çabuk koş evden al gel dedi. O zaman ulaşım aracımız bisiklet, eczanede kapı önünde bir Bisan marka bisiklet duruyor. Ev, Kumbahçe Mahallesi’nde yerelin dilinde Giritli Mahallesi’nde. Atladım bisiklete hızlı hızlı eve vardım, aldım serumları dönüyorum ve tüm gücümle de sürüyorum bisikleti. Gören yarış var zannedecek derecede. Neredeyse dönüş yolunun yarısındayım Azmak deresinin üzerindeki köprüde bir trafik polisi dur diye önümde belirdi. Mecburen durdum. Bodrum’a yeni tayin olmuş gelmiş bir memur. Hız yaptığım için kızacak zannettiğimden cebimdeki serumları çıkartıp gösteriyorum, doktora yetiştirmem lazım diye de kekeleyerek.
Şöyle bir baktı bisiklete “Hani bunun plakası” dedi. Ben heyecandan yine elimdeki serumları gösterip “Abi beni bekliyorlar akrep serumu götürüyom” diye kekeliyorum. “Ben anlamam, ceza yazıcam” dedi. Ben yine kekeliyorum, üstelik ilk kez bir polis karşısında olmaktan da elim ayağım titrer oldu ağlamaklı oldum. “Bekle yazayım gidersin” dedi. Yapacak bir şey yok, adın soyadın falan filan yazdı cezayı saldı beni, koşturdum serumu Âlim Bey’in muayenehanesine bırakıp, vardım eczaneye, durumu babama anlattım ama ağlamaklıyım. Babam kudurdu, köpürdü, söylendi, ben hallederim diyerek öylece kapattı olayı.
Bu olayın üzerinden zannederim bir ay kadar bir süre geçmişti ki bana bir mahkeme celbi geldi. “Biz amme hizmeti yapıyoruz” diye babam cezayı ödememiş. Üstelik “Ödemiycem sen korkma hâkim seni beraat ettirecek” diye bana teselli veriyor. Ceza miktarı öyle ahım şahım bir miktar da değil, ödese cezayı da mahkemeye çıkmaktan kurtulsam diye elim ayağım titrer durumdayım ancak fikir beyan etmek ya da istek belirtmek gibi bir şansım da yok.
O zamanlarda trafik cezanı gününde ödemediğinde mahkemeye veriliyordunuz. Hatta ödeme gücü olmayan hapis yatıyordu. Babam, “Nuh dedi peygamber demedi” ödemedi cezayı ve beni de iyice hazırladı korkma sen diye.
Neyse artık mahkeme günü geldi mecbur gittim Adliye Binasına. O zaman Adliye Binası Cumhuriyet Caddesi’nden girilen Adliye sokak içerisinde idi. Bugün hala koruma altında olan iki katlı güzel eski bir bina. Mübadelede gönderilen varlıklı bir Rum’un eviydi ki ev oldukça büyük ve ihtişamlı olduğundan Adliye Binası yapmışlar. Girdim binadan içeri yarı titrer yarı ağlar pozisyonda, beni tahta merdivenlerden yukarı çıkardılar ve mahkeme salonunda çıktım hâkim karşısına.
Hakim sordu, ben anlattım olayı ancak, anlattım mı anlatamadım mı bilmiyorum. Hâkim zaten olayı biliyormuş tamam tamam dedi ve beni beraat ettirdi. Gereği düşünüldü deyip kâtibe yazdırdı bir şeyler. Saldılar beni çıktım adliyeden titreye titreye. Hangi gerekçeyle bisikletlere plaka alma zorunluluğu koymuşlardı? Neredeyse tek ulaşım aracımızın bisiklet olması vergi almak için gerekçe olabilir miydi?
Babam gençliğinde kol kuvveti isteyen işlerde çalıştığı için kasları sert, 1.70 boylarında kuvvetli bir adamdı. Kardeşim Adnan’la ikimiz tüm gücümüzle yüklenir babamın bileğini bükemezdik. Gösterişi ve kuvvetini karşısındakine belli etmesini severdi, içkili olduğu zamanlarda elbette. İzin vermenizi beklemeden “Dur ben seni bir tartayım” diye bir sarılır kaldırır biraz sıkar kuvvetini hissettirir ve ardından kilonuzu söylerdi. Üç aşağı beş yukarı yaklaşık olurdu, gaye elbette tartmak değildi.
Kıbrıs Barış Harekâtı yapıldığı sıralarda, bir gece yarısı kaymakamlıkça belediye anons devresinden “Yunanistan’ın hava saldırısı yapacağı ihbarı alınmıştır. Bodrum halkının evlerini boşaltıp emniyetli bölgelere gitmeleri” istenince zaten diken üstünde oturan millet yaydan fırlamış ok hızında eline ne geçirdiyse kapıp civar köylerdeki tanıdığının yanına kaçmış, tanıdığı olmayan ya da vasıta bulamayanlar Bodrum’u çevreleyen civar dağlara kaçmışlar panik, kaos, curcuna arası bir durum, Bodrum öyle çabuk boşalmış ki saat tutulsaymış, rekor kırıp Guinnes Rekorlar Kitabına girebilirmişiz. Gece yarısı herkes telaş içinde koşuştururken o ara babama rastlamışlar sahilde bankta oturuyorken,
“Ne oturuyon burda Recep abe herkes dağlara kaçıyor” ikazına,
“Ne kaçıcem ulen gelecekleri varsa görecekleri de var” diyerek cevap veriyormuş.
Mutfakta bulabildiği kasap baltası elde, Nuh Nebi’den kalma çakaralmaz antika bir de tabanca belde beklemiş sahilde, millet dağlarda kamp hayatı yaşarken. Mantıksız bir davranış da olsa korkmayı gururuna yediremezdi. Gözü kara ve korkusuzluğunu her fırsatta gösterirdi.
Eczane işi bittikten sonra, dayımın toptancı ve meşrubat dağıtım işinde uzunca bir süre dördüncü çocuğu oğlu Adnan ile birlikte bilhassa köylere mal dağıtımında çalıştılar. Zaten enteresanlıkta zirveye oynayan Adnan’a yürü ya kulum diyen de bu birliktelik olmuştu.
Babam ağır işlerde çalışamayacak duruma geldiği ileri yaşlarda da bir süre kendine bir seyyar araba edinip seyyar çerezcilik yaptı. Zulasında rakısı illaki olurdu. Bonkörlüğü de hiç bırakamadığından sık sık sermayeyi batırdığı olur, en küçük oğlu Hakan imdadına yetişirdi.
Babamın atadan kalma miras lakabı yoktu, askerde “Dizdar Çavuş”, bakkal işlettiği zamanlarda “Bakkal Recep” bonkörlük yaptığında “Recep Bey” bakkal battıktan sonra da “Recep efendi” hitapları miras bırakabileceği bir lakap olamazdı.
Bodrum’da lakapsız olmak sanki soyu olmamak gibi sevimsiz bir durum olduğundan biraz geç de olsa babam sık sık anlattığı bir hikâyesi sayesinde kendine “PARLAMENTER” lakabını kendi oluşturmuştu.
Bakkal dükkânı çalıştırdığı zamanlarda, çarşının parmakla gösterilen bol kazanç sağlayanların başında gelirdi (son zamanları hariç). İşte bu çok kazandığı zamanlarda Türk Hava Kurumu, temsilci üye tayin etmeye ve kaydetmeye Bodrum’a gelmiş. Araştırıp soruşturmuşlar kim olur diye. Kimse istekli olmadığından ve babamı işaret ettiklerinden babama gelmişler. Babamı ikna edip Türk Hava Kurumuna üye yapmışlar. Babam böylece, Türk Hava Kurumunun Bodrum temsilcisi olmuş.
Kurumun her yıl Ankara’da yıllık toplantıları olurmuş. Babamı da davet etmişler ve bir tanesine gitmiş, toplantı meclis salonlarından birindeymiş. Toplantı sonrası tüm üyelerle birlikte TBMM merdivenlerine dizilip hatıra fotoğrafı çektirmişler. Fotoğrafı zaman zaman bize de gösterirdi. İşte bu hikâye ile “ben parlamentoya gitmiş adamım” diye lakabını PARLAMENTER koydurttu.
Yaşamı boyunca herhangi bir mülk edinemedi. Bir gün bana “oğlum bak ben size maddi bir şeyler bırakamadım ancak size aşıladığım doğruluk ve dürüstlük yegâne gerekli şeydi gerisi gelir” demişti.
Çok küçükken sigaraya başlamanın zararını akciğer kanseri ile ödedi ve babamı 71 yaşında yitirdik. Kendisi babam olmasaydı da ilginç kişiliğiyle illaki dikkatimi çekerdi. Çetin şartlarda maceralı bir yaşamı olduğundan anlatacak çok hikâyesi vardı ve bizlere her fırsatta anlattı da. Ben fiziki benzerliği taşıyorum ancak konuşma iştahını yansıtamıyorum. Bu açığımızı da dördüncü çocuğu kardeşim Adnan halletti.
Devam edecek,
Saygılarımla Ali DİZDAR