“Yaralı kuşlar ölürken saklanır.”
Ömer Hayyam
Chinchilla kedisi, kendiliğinden sürmeli gözleri, siyez buğdayı danesini andıran yağız teni, acar oğlan tepici, harbi, güzeller güzeli Gülhan; çayır dikeni bir ömrü tekmeleyip gitti.
Demiştin ya, “Bu sefer ettiklerini cehennem zebanileri etmezdi” diye. Öldürselerdi kâfi, öyle ettiler ki o bedende o can, gayrı hayat sürmezdi. Sevenlerinin kalbindeydi amma heyhat, kalbi koyu çizik yemişti. Gülerken gelinciklere yaprak döktüren o can, bir kere o bedene küstü mü avucuna uğur böcekleri kondursan nafile!
Haberi işitince dizlerini dövmüştün. Toplamıştın arkadaşları. Hadi Gülhan’a gidelim, hadi daha fazla bekletmeyelim, telaşla koşmuştunuz hastaneye. Hastane bir öfke kangalı, bir taziye çadırı. Kapıda annesi, hani sizi kardeş bellerdi, o sürmeli gözlünün atası, sana sarılmıştı. Leçeğiyle gözlerinden akan kezzabı silmişti. Gömleğini ıslatmış gözyaşları omzunu delmişti. Hani, yoğun bakım ünitesinde yanık tedavisi gören Gülhan’ın yüzünü yakan o kezzap gibi. Ne diyebilirdin ki, sıka sıka kendini taş etsen ne ki, kötülük sis bulutu gibi kenti kefenlemişti.
Günlerce kapıda bitkin, bihaber beklemiştin. Dört ameliyat geçirmişti. Dört kez yanıkları kesilip atılmış, uyluğundan alınan derisi ile ortaya çıkmış iskeleti ciltlenmişti. Yüzü tanınmaz haldeydi. Olsun, yaşasın diye umut etmiştin. Taburcu ettiler. Oradaydın. Sargı bezlerinin ardındaki gözler görsün diye, yüzüne zoraki bir sevinç kondurmuştun. Kurşuni gözler yakınından geçip gitmişti, bir daha da göremedin, görmek istememişti kimseyi.
Bir vakit sınıf defterini idareye götürüp getiren sınıf başkanları vardı. Kötülük, salgın olup kente yayılmadan evvelki günlerde tanışmıştılar. Gide gele ahbap olmuş, teneffüslerde kendilerine benzeyen bir grup arkadaşla vakit geçirirdiler. O sendin ve Gülhan’dı. Henüz erkeklerin nikah düşen kadınlarla konuşması yasak değilken, henüz akşam on sekizden sonra dışarıda rahatça gezmek de mümkün iken.
Sonra günün birinde ilahi dinletmek bahanesiyle din hocası sınıfa bir teyp getirmişti. Kaseti koyup düğmeye bastığında tüm sınıf önceden olacakları tahmin etmiş gibi ürkmüştü: “Kara kara çarşaflar, havalanmış yumruklar, Allah û Ekber diyor, kıyam etmiş bacılar.”
Caniler, korkuyu basamak edip etrafa saldırmış ve günbegün ayağa kalkmıştılar. Kolları ve ense gibi görünür kaba etleri jiletli o caniler ki, siz onlara aranızda pepsi diyordunuz, tanrı adına haraç toplamış, insanları kaçırmış, cinayet işlemiş ve dehşet yayarak kentte kontrolü ele geçirmişti.
Hatırla, toz mavisi gökyüzünde serçeler uçuşmuştu. Okulun metal çatısı sırnaşık kumrularla kaplıydı. Oysa asfalt dökülmüş bahçe öylesine tenhaydı. Derken bahçenin göbeğine bir kız ve bir erkek çıkmış, yan yana volta atmıştı. Öğretmen ve öğrenciler pencereden meraklı gözlerle iki bıçkın genci seyretmişti.
Gülhan sormuştu sana:
—Var mısın pepsileri kudurtmaya?
—Nasıl yapacağız?
—Bahçede omuz omuza tur atacağız.
—Yürek mi yedin kızım?
—Ben de seni cesur sanmıştım, ödlek!
—Ayıp ya, ben mi? Önceden haber vereydin de tedbirli geleydim.
Sonra kavilleştiniz, aynı saatte dersten kaçıp bir yasağı delmek için meydan okumaya. Ve kavliniz hakikate ermiş, zebaniler kudurmuştu.
O gün okul dönüşü etrafın akbabalar gibi sarılmıştı. Çivili sopalarla acımadan dövülmüştün. Tüm gayretinle yüzünü korumaya çalışmıştın. O canilerin elinden seni kurtarmak isteyen bir adama da saldırmıştılar. Yakındaki bir caminin avlusuna kendini atıp canını zor kurtarmıştın. Acıyan gözlerle sana bakan yaşlı bir dede gelip yüzünü suyla mesh etmişti. Aksayarak eve varıp kendini odaya kapatmıştın. Zavallı anan kapıda dil dökmüş de değişmen için kıyafet getirmişti. Sırtına merhem sürerken kanlı atletinle kendi ağzını kapamış, sessiz ve derinden, fakat hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.
Kavgayı büyütmüştün. Sana saldıranları birer birer takip edip birkaçını haklamıştın. Peşine düşmüşler, en sonunda kaburgandan bıçağı yemiştin. Öldürülmekle tehdit edilince varıp bir dostuna: “Bir silah bulmalıyım”, demiştin. Dostun kocaman bir dokuzluk saddami getirip vermişti. Kemerinden sarkıta sarkıta altı ay belinde taşımıştın.
O altı ayda senden uzak durdular da Gülhan ne yapsın? “Kapanacaksın orospu! Okulu da bırakacaksın!” dediler. Dövdüler de kapanmadı. Derslerine devam etmişti. Sonra bir kez daha dövdüler. Yine direndi. Yan yana gelince gülüp geçiyordunuz. Böyle sürmüştü ta ki Gülhan ile ayrı okullara gidene dek.
Ertesi yıl Aysel’in suratı maket bıçağı ile çizilmişti. Rojda’nın saçları kolonya dökülüp tutuşturulmuştu. Her geçen gün artan saldırılar seni de kaygılandırmıştı. Gülhan’ın omzuna değen siyah saçlarını örttüğünü işitmiştin. Moralin bozulmuştu da en azından sağlığı yerinde diye içinden geçirmiştin. Günün birinde güzel saçları fönlenmiş haldeyken karşılaşmıştınız da nasıl sevinmiştin, nasıl! Gözlerinin içi gülmüştü. “Şeytan, rehber kılığında cemaate zebanilik ediyor” demişti o an sana, sen de: “Geçecek elbet, sabredeceğiz” diye karşılık vermiştin.
Ama geçmemişti. Hatırla, gökyüzü bakıra çalmış, serçeler ortalıktan çekilmiş, kumrular saklanmıştı. Hayata küsmüş Gülhan’dan henüz umudunu yitirmemiştin. Sana fena bir haber erişmişti. Haberi alınca bisikletine atlamış, evlerine doğru pedal çevirmiştin. Chinchilla kedisi yumuşak görünümlü fakat her kedi gibi yırtıcı olurmuş. Anlamıştın. Onca zaman tek başına kavgasını etmiş güzeller güzeli, yüzünü ve bahtını yok edenlerin yaralı bıraktığı o eşsiz bedeni uzun süre taşıyamamış, keskin bir bıçağı kalbine saplayarak çayır dikeni bir ömrü koca bir kentin suratına tükürür gibi tekmelemişti.