Geçen hafta İstanbul’daydım.
Gidişim tam da yağmurun başladığı saatlere denk geldi; Gebze’de feribottan inip iki saat süren “dur-kalk”lı trafik çilesinden sonra bizim çocukların Koşuyolu semtindeki evlerine varabildik.
Metropollerde yaşamak iyice çekilmez noktaya geliyor galiba.
Bu bana aynı zamanda İstanbullunun neden İzmir gibi daha sakin yerlere ‘kaçtığını’ bir bakıma gösterdi de.
Bir yanda devasa bir şehir İstanbul, ucu bucağı yok; öbür yandan da mevcut hükümetin yalan yanlış işlerinin payı olsa gerek bu kaçışta.
***
Gitmeden hazırlık yaptım; Selim İleri’nin “Yaşadığım İstanbul”unu,1 Beşir Ayvazoğlu’nun “Şehir Fotoğrafları”yla2 “Defterimde Kırk Suret”3 kitaplarını aldım.
Selim İleri doğma büyüme İstanbullu.
Abdülhak Şinasi Hisar, Şükran Kurdakul’a “Boğaziçi Mektupları”nı4 yazdırırken tıkandığı yerde “Ne oldu benim kelimelerime?” dediği gibi İleri de kelimelerin/ sözcüklerin efendisi.
İstanbul’da yaşadıklarını kendi romanlarında dile getirdiği gibi anılarının izinden giderek de kelimelere dökmüş.
İstanbul’un semtlerini, oradaki yaşanmışlıkları, pek çok yazarın İstanbul’la ilgili yazısını, onlarla olan dostluklarını okuyabiliyorsunuz.
Bununla da kalmıyor İleri; İstanbul’un denizini, ulaşımını, kar yağışını, yemeklerini, çiçeklerini ve daha pek çok konuyu ince, kimseyi incitmeyen bir üslupla kelimelere dökmüş.
Ahşap mimariyle yapılmış ama artık yıkıldı yıkılacak bir evin durumu, İleri’de onlarca yıllık bir dostun gidişi gibidir. O eve mimari bir yapı olarak bakmaz, mahallenin yaşayan bir ögesi gibidir ev…
Geçmişe sahip çıkan, geleceği de görebilen bir tavır yazıların arka planında size gülümser durur.
***
Kargaşaya, İstanbul’u nerdeyse bir ‘gökdelenler şehri’ yapanlara elbette onun da kızgınlığı var ama elden ne gelir ki!
Selim İleri, Füsun Akatlı’dan nakletmiş:
“…İstanbul sadece bir kentin değil, o kente bağlı başka şeylerin de adıdır. O başka şeylerin en başında da yaşam biçimi gelir.” dedikten sonra yaşam biçimini ‘tek’e indirgemeyen bir bakışla sürdürmüş anlatısını Akatlı:
“Bunun Pera’sı, Üsküdar’ı, Şişli’si, Eyüp’ü, Erenköy’ü, Yeşilköy’ü, Moda’sı, Balat’ı vardır…”
Buralardaki yaşam biçimlerinin çoğulluğunun bir birliğe, ortaklığa vardığı kalın çizgilerle anlatılıyor.
Ve bu ortaklığın adının İstanbul olduğunun altını çiziyor Akatlı.
***
Beşir Ayvazoğlu ise İslami bir kimliği yazılarında hiç unutmuyor.
Galata’yı, Pera’yı övenleri Türk ve Müslüman İstanbul’u nerdeyse görmemekle yeriyor.
Hadi suçluyor demeyelim…
Ona göre, “…İstanbul hiç şüphesiz kozmopolit Galata değil, abidevi camileri kucaklayan ahşap şehir dokusu ve bu dokuyu sarıp sarmalayan yeşil örtüsüyle Türk ve Müslüman İstanbul’dur. Boğaziçi’dir, Süleymaniye’dir, Eyüp’tür, Üsküdar’dır.”
Ayvazoğlu, İstanbul’un insanı ezmeyen binalarını, küçük mescitleri, çeşmeleri, hanları, hamamları… ahşap mimariyle var olmuş ama artık yerlerinde yeller esen mahalleleri anlatıyor. Kendi iklimindeki İstanbul bütün güzelliğiyle kitapta ortaya konuluyor.
Fakat şimdilerde hoyratlaşan değişimi handiyse görmüyor, bunu ‘batılılaşma’yla tek parti politikalarına bağlıyor yazar.
***
Kısmen haklılık payı olsa da kim unutabilir muhafazakâr Menderes iktidarının İstanbul’a yaptıklarını!
Üstelik kötülenen Batı’daki örnekler bize başka şeyler söylüyor; işte Roma, Floransa, Amsterdam…
Ellili yılların İstanbul’unda Bedri Rahmi, şiiriyle bu hoyrat değişime karşı çıkan yazarlardan biridir.
Ayvazoğlu, bu karşı çıkışı da haklı görmez; lafı dolandırıp asıl kötülüğün İstanbul’a ‘Batılı’ bir anlayıştan geldiğini yazar, İslami kimliği savunan Demokrat Parti’nin İstanbul için yaptıklarını âdeta görmezden gelir.
Bedri Rahmi’nin “Yedi Tane Erik Ağacı” şiiri: “Ne zaman yolum düşşe/ erik ağaçlarını arar gözüm/ ya kedi yavruları gibi sırılsıklam/ ya buram buram bahar içredirler/ ya bütün dalları kırılıp dökülmüş” diye sürüp gider.
Son dizeleri ise şöyle: “Ensesi ceketinden iki parmak dışarda/ Üç katlı tombalak bir apartman kuruldu/ Güzel bir yapı olsa canım yanmaz/ Yapı değil mübarek hacı yatmaz.”
***
Bu okuduklarım kafamda dolanıp durakoysun ben ikinci günde Karaköy’e İstanbul Modern’ne gittim.
Aynı anda üç sergi vardı.
Sürreal eserler de vardı sergide, eski yoksul Üsküdar’ı anlatan Hoca Ali Rıza’nın eserleri de…
Sergide Nuri Bilge Ceylan’ın Erzurum’u anlatan; yanlarında köpekleri, karlar üstünde oynayan üç çocuk fotoğrafı beni eski, uzak anılarıma götürdü.
Biteviye bir ıssızlık, uzayıp giden sonsuz bir doğa…
***
Sonra İstanbul’da yaşayan arkadaşım İsmail Cem geldi, Süleymaniye Camisi’ne gittik.
Yüzlerce insan camiyi geziyordu. Bahçesinde Kanuni ve onun gözdesi Hürrem Sultan’ın hazireleri…
Sonra Beyazıt’a indik oradan, Küllük Kıraathanesi’nin yerini gördüm.
Hatırladınız mı geçen hafta yazmıştım orayı.
Sahaflarda kitapların kokusu, Kapalı Çarşı, Mısır Çarşısı…
Apayrı dünyalar…
***
Süleymaniye’den Beyazıt’a giderken arada arka sokaklarda tek tük kalmış ahşap ne ki yıkılmaya yüz tutmuş evler…
Akatlı’nın dediği gibi, çeşitli yaşam biçimlerinin oluşturduğu bir İstanbul mozaiği hâlâ dimdik ayakta.
İçinde Müslüman İstanbul’u da modern Batılı gibi olan da…
Ya işte benim güzel İstanbul’um böyleydi.
………………..
1 Yaşadığım İstanbul, Selim İleri, roman, Everest Yayınları, 2012, İstanbul
2 Şehir Fotoğrafları, Beşir Ayvazoğlu, deneme, İnsan Yayınları, 1995, İstanbul
3 Defterimde Kırk Suret, Beşir Ayvazoğlu, tarih, Kapı Yayınları, 2013, İstanbul
4 Boğaziçi Mektupları, Abdülhak Şinasi Hisar, anı, Everest Yayınları, 2022, İstanbul
KAYNAK: https://www.gazeteyenigun.com.tr/makale/17813707/salim-cetin/bir-izmirlinin-istanbulu-gezmesi?