Prof. Dr. Kamuran Elbeyoğlu
Cinsiyetçilik deyince ilk olarak aklımıza toplumda kadının aşağılanmasına ve toplumsal roller bağlamında toplumdaki konumunun erkeğe nazaran daha aşağı statüde olmasına yol açan tutum ve davranışlar gelmektedir. “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etme”, “avrattan vefa, zehirden şifa”, “kadını sırdaş eden tellal aramaz”, “saçı uzun aklı kısa”, “oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün”, “kızını dövmeyen dizini döver”, “iyi kadın kendini dövdürmez” gibi atasözlerinde dile getirilen ve kadına yönelik şiddetle kendini gösteren düşmanca veya saldırgan cinsiyetçilikte kadınlara ilişkin olumsuz tutumlar belirgin bir şekilde dışa vurulmaktadır. Zaten kadının toplumdaki yeri veya kadın haklarıyla ilgili değerlendirmelerde ilk hedef alınan da toplumdaki düşmanca cinsiyetçi tutumlardır. Oysa koruyucu cinsiyetçilik kadınları sempatik, sevimli, saygı duyulması gereken kişiler olarak gösterdiği için çoğu kere kadınlar tarafından da benimsenmekte ve kadın erkek eşitsizliğine ilişkin geleneksel önyargıları beslemektedir.
Ancak cinsiyetçiliğin bir de kendini kadınları adeta ilahlaştırarak onları hep olumlu sıfat ve özellilerle tanımlamak biçiminde gösteren bir yüzü var. Kadınların mükemmel olduğu ve dışarıdaki büyük ve kötü dünyadan korunmaları gerektiği inancına dayanan bu koruyucu cinsiyetçilik, kadınların geleneksel olarak tanımlanan, erkeklere nazaran daha az güçlü ve daha az statüsü olan toplumsal rollere uymalarını sağlamakta çok daha etkili olmaktadır.
Kadınlara yönelik olumlu tutumlar büyük ölçüde kadınların anne olarak üstlendikleri bakıcılık rolünden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla insanlar kadınlara yönelik geleneksel önyargılara rağmen değil, aksine tam da bu önyargılar yüzünden kadınların mükemmel olduğunu düşünmektedirler. Bu tür tutumlar özellikle geleneksel toplumlarda daha fazla göze çarpmaktadır. Gerçekten de gelenekçi yanı ağır basan toplumların kadınlara ilişkin tutumlarındaki en çarpıcı husus, “cennet anaların ayakları altındadır” gibi atasözlerinde de dile geldiği gibi, kadınların adeta kutsallaştırılarak hep olumlu sıfat ve özelliklerle eşdeğer tutulmalarıdır.
Koruyucu cinsiyetçilikte, kadınlar şartlı bir şekilde kutsallaştırılırlar. Tek şart, geleneksel kadın rollerine uygun davranmalarıdır. Bir ev kadını, yemek yapmasını bilecek, bir anne, her zaman için çocuğuna en iyi şekilde bakacaktır. Aksi takdirde, o yerleştirildikleri yüksek tepelerden gümbürdeyerek düşecek ve ‘kötü kadın’ olarak adlandırılacaklardır.
Bu anlayışta kadınlara “bir kavanozu açacak kadar güçlü değilmiş” gibi davranmaları, kendilerine aşırı güven duymamaları ve kariyer konusunda fazla hırs yapmamaları sıklıkla önerilir. Kadınlar pasif ve anaç olmalı ki erkeklerin koruma içgüdülerine hitap etsinler.
Koruyucu cinsiyetçiliğin toplumda kadının ve erkeğin rolüne ilişkin geleneksel önyargıları beslemesi iki bağlamda gerçekleşmektedir. Kadınların sempatik, sevimli, özgeci olmaları aynı zamanda onların güçsüz, erkekler tarafından korunmaya muhtaç oldukları inancını da pekiştirmekte çok önemli rol oynamaktadır. İkinci ve daha önemlisi ise, bu tür tutumların kadınlar tarafından da benimsenerek bu standartlara uymayan kadınları toplumdan soyutlanma veya etiketlenme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmasıdır.
Koruyucu cinsiyetçiliğin asıl tehlikesi 19 ülke arasında yapılan bir araştırmanın sonucunda görülebilir. Bu tip cinsiyetçiliğin, hem düşmanca cinsiyetçilikle hem de kadın/erkek eşitsizliği ile doğru orantılı olduğu saptanmıştır. Ayrıca kadınların koruyucu cinsiyetçilik tavırlarını erkeklerden daha çok destekledikleri bulunmuştur.
Psikolog Susan Fiske ve Peter Glick cinsiyetçiliğin bu çift yanlılığını tanımlamak üzere çelişik duygulu cinsiyetçilik kavramını ortaya atmışlardır. Çelişik duygulu cinsiyetçilik bir yandan kadına ancak bu olumlu niteliklerin gerektirdiği rollere uyduğu müddetçe toplumda saygınlık kazanacağı sinyalini verirken bir yandan da geleneksel rollere uygun davranmayan kadınların düşmanca cinsiyetçiliğe maruz kalacağı mesajını vermektedir. İki ucu keskin bir bıçak gibi işleyen çelişik duygulu cinsiyetçilikte geleneksel örf ve adetlere uygun hareket etmeyen ve geleneksel toplumsal cinsiyet (gender) rolleri içinde davranmayan kadınlar hem erkekler hem de diğer kadınlar tarafından yargılanıp dışlanırlar.
Erkekler kadınlardan iş kadını olduklarında bile öncelikle iyi bir ev kadını, iyi bir anne, iyi bir aşçı olmasını, kocasına itaat etmesini beklemekte, kadınlar da benzer biçimde kendileri çalışsa bile erkeklerin kendilerini korumasını, kendilerine bakmasını, kendilerine kol kanat germesini beklemektedir. Bu tür beklentilerin dışında davranan veya bunları reddeden kadınlar “kötü kadın” olarak etiketlenmeyi ve toplumdan dışlanmayı göze almak zorundadırlar.
Kadınlar, kendilerine zarar verdiği halde, bu tip cinsiyetçiliği neden ve nasıl destekliyorlar? Artık bunu da kadınlar otursunlar kendileri düşünsünler.