Hicran ASLAN
Merhaba Semra; bu sevdanın sözlüğünü okudum. Seninle tanışamadık hiç. Elimde tuttuğum bu pikaresk romanın başkişisi Adana’nın Panait Istratisi Mazlum. Tıpkı Pikaro gibi gücü elinde bulunduran “üsttekilerin” düşünce ve davranışlarını gözleyip kavrayarak onları yenmek için bu tecrübelerini ve zekasını kullanmış. Balkanların Maksim Gorki’si olarak anılır Panait Istrati. Tüm eserlerini anadili olan Rumence değil, Fransızca olarak yazmıştır. Panait Istrati romanlarının çoğunda yaptığı yolculukları anlatır. Fakat gezdiği ülkeler değil, tanıdığı insanlar ön plandadır. Istrati’nin eserlerinde gerçek bir insan sevgisi hissedilir. Bu karşılıksız ve koşulsuz sevginin hikâyesindeki kahramanların başına getirdiği belalar kadar, onlara yaptığı katkı da nesnel bir biçimde anlatılır. Mazlum’un da bir yazar olarak tutumunu ve gerçek yaşamındaki kahramanlığını bu benzerlikten geliyor belki.
Elbette bu romana yazmak sana seslenmekle başlıyor. Başka bir gözden Mazlum’u anlatmaya. Onun gözünden kendime, o günlere bakmaya. Çünkü o ne kadar gerçek adımlarla, umutla dolaşıyorsa bu koruluklarda ben bir o kadar etrafımda olup bitenlerden bihaberim. Bir nesnenin, bir ânın, objelerin bütün ayrıntıları bende açık seçik durur da; kişiler, diyaloglar ve onların yaşadıkları silik kalır. Tuhaf ki yaşadığım anda da siliktir. Biz Mazlum’la Veysel Abisinin yanına ders çalışmak için geldiği yıl tanıştık. Öğrencilik yılları. Mazlum’un abileri için söylediği; duygudan çok gerçeği, yol göstericilikten çok nutuk çekmeyi seven nitelemesi hepimiz için geçerliydi. O yıllar nutuk çekenler yıllarıydı. Birini kalbine basmak zordu çünkü, Semra. Bir saat sonra kalbine bastırdığını kaybetme, yıllarca görememe, o sarılışta takılı kalma riskinin olduğu yıllar. Kalbimizin sesini duymamak için yüreğimize indirilen yumrukların, akıl akıl diye çağladığı yıllar. Çünkü söze dökülemeyeni, duyum eşimizi geçemeyenleri…Sözcüklerin ve rasyonalizmin zaferini gölgeleyen her şey gericiliğin bohçasına atılmıştı bütün taraflar için.
Onun hafızasını, her şeyi aklında tutabilen yanını şaşkınlıkla görmüştüm. Bir sözü unutmak, bir yüzü unutmaktan uzun sürer; bunu biliyordu Mazlum. Onun bildiğine biz geç vakıf olduk. Duymazdan geldiğimiz kendimiz ve başkalarının sözleri beynimizin duvarında çivilendi durdu. Çünkü unutabilmek cennetin ön koşuludur. Mazlum, en başından her şeyi hatırlamaya kurulu beyniyle, bir mahşer yeri gibiydi. Herkesin, canlı cansız her şeyin dirildiği bu an ile yaşıyor. Bunları mantık çerçevesinde oturtuyor, anlıyor, reddediyor ya da kabul ediyor. Sözcükler ve hatırlayışlar onun kötülükle dövüşünün aracı ya da sevgiyle buluşmasının yoldaşı. Ve bugün görüyorum ki geçmiş geride kalsın önüne bakabilsin için her ayrıntıyla helalleşiyor.
Her gece kazandığı parayı annesinin göreceği yere bırakan Mazlum’un hayatla aramızdaki o sessiz anlaşmaya istinaden söylenen yalanları, sese dökmeyenler ne çoktu. Cebimizdeki son kuruşları bırakarak çıktığımız evler, kişiler ne çok. Belki de bu yüzden sesi çok güçlüydü Mazlum’un. Sesi etrafımızda döne döne bir bedene kavuşacak kadar doğrusundan emin. Küçük bedeninin çalıştığı işlerde edindiğinin altyazısı gibi sesi. Çünkü dilini şikayete değil umuda kurmuştur daha en başından.
Ev o dönemlerin uzantısı, bizim için akmayı unutan bir karanlık gibi durur içimizde. Ev kabadır buralarda, kabadır. Bu yüzden ilk borcumuzdur bizim. Ödemekle bitmeyen, kavga etmekle, görmezden gelmekle kaçmakla bitmeyenimizdir ev. Peşimizi bırakmayan bir şiirdir. Baba evi doldurandır. Ordu gibidir. Yokluğu da kalabalıktır babanın. Görünmeyen hayalet orduları peşini bırakmaz hiç. Hem yenmek, hem kendini kabul ettirmek zorundasındır ona. Küçücük omuzlarımıza kendi ordularını salıp bizi erkenden büyümek zorunda bırakan, şımarmamıza, çocukluğumuzu gençliğimizi yaşamamıza engel olan onların var görünen yokluğu… Bizi erken büyüttü. Ne güzel demiş Mazlum ve kitabın özeti bence bu cümle “belki sen olsan (Semra) böyle çabuk büyümezdim.”
Belki sen onun elinden tutsan, bu erken büyümeye dur diyecek gücü bulabilecekti. Bulabilecektik. Aşk kendini şımartmaktır. Romanı okurken görüyorum ki evin bütün kabalığını yumuşatmak için adın öyle güzel duruyor bu hayat yokuşunda Semra. Seninle birlikte bizi okumaya vakti ve konforu olmayan ev de okusun diye, hayata kendini okutmak için yazıyla yol açmaya çırpınmamız bu yüzden. Yazıyla kendimize bir özgürlük alanı açmaya çalışmamız.
Hiç nazlanmadan ihtiyacı olan herkesle sokağa çıkan boya sandığı gibidir Mazlum da. İnsan yaşamındaki temel nesnelere benziyor zaten eninde sonunda. Kimin ihtiyacı olsa onun yanında. Aslında sırtındaki boya sandığı bir kameradır. Hayatı kayıt altına alır. Ellerindeki boyalar görüntü ve renk atıkları . O yaşlarından kaçarcasına çıkmıyor Mazlum. Özümseyip netleştirerek. Döktüğü alın terinin kıymetini önce kendisi alnından öpüyor böylece. “bir ayakkabı boyacısının en yakın dostu sol diziydi”. Beden gücüyle para kazananın bedeni. İnsan geçmişini nasıl geride bırakır? Okuduklarının yardımıyla bohçalayarak mı?
Bir kenti bir dönemi sadeleştirmek içindir sanki Mazlum’un yazma biçimi, hep aynı noktadan başlamadan yolunu kaybedenlere yolunu göstermek. Kader gayrete âşıktır. Semra, Mazlum’un gayretine âşıktır. Bunu yaşama ete kemiğe dökmese de. Açlık ve aşk mahpusluk günlerinde, zor günlerde kavga etmiyorlar, birbirlerini koruyorlar. Aşk insanın her türlü açlığını anlamlı ve katlanılır kılıyor belki. Hep hasta olduğunu dert eden bir insanın sesini arar dururuz. Duymadıkça da yıldız oldun, Semra. Sana dair bir andaç aslında koca, Adana.
İnsana inancını hiç yitirmeyen yanını seviyorum Mazlum’un. Hem senin, hem hayatına girmiş herkesin hafızasına attığın oltayı öpüp kabul ediyorum.