Almanya’da eşim Sakine Hanım ile birlikte 1972 yılından beri çocuk oyuncakları toplamamız bunu bir müzeye dönüştürme isteğimizi “Bu oyuncaklarla dünyayı mı değiştireceksiniz? Başka bir işiniz yok mu” diyen Türkiyeli göçmen tanıdıkların, hata burada kendisine aydın diyen birçok insan sayısı azımsanmayacak kadar çok oldu.
Onlara “Dünya var olduğundan beri canlıların sürekli göç ettiğini, özellikle insanların göçünde en az yüzde doksanın geriye dönmediğini, geriye dönenlerde artık o göç öncesi insanlar olmadığını” anlatmaya çalıştım. Bizim insanımız başta Almanya olmak üzere göçtüğü Avrupa’ya sadece ellerindeki giysi ve yiyecekleri olan bavul ile gelmedi. Köyden geldiyse, tarımcılık, bahçecilik, hayvancılık, arıcılık alanındaki birikimlerini beraberinde getirdiler. Kentte işçi, memur olarak çalışmış olanlar geldiyse, fabrika, madencilik, inşaat ve sendikacılık alanındaki bilgi ve birikimlerini de beraber getirdiler. Öğretmen olarak geldiyse dünyanın eğitimine örnek olan Öğretmen Okulu, Köy Enstitüleri ile Eğitim Enstitülerinin eğitim bilgi ve birikimlerini de beraberlerinde getirdiler.
Türkiye’den gelen kültür, yazar ve sanat insanları batı kültür ve sanat alanların temelini oluşturan Babillerden beri oluşan kültür, sanat ve felsefenin bereketini, imgelerini getirdi ve yerleştiği ülkenin de bu alanlardaki birikimleriyle nakış işler gibi birleştirerek bu ülkelerin kültür yazın ve sanat insanlarına yeni pencereler açtılar.
Bu durum, göçmen olup da kültüre, yazına, sanata, eğitime gönül veren insanlara gelecek kuşaklar için sadece para kazanmanın dışında da bazı sorumluluklar yüklüyor. Elbette ki bizlerin içinde doğduğumuz büyüdüğümüz topraklara karşı da bir sorumluluğumuz var. Bu sorumluluk sadece Avrupa ülkelerinde para kazanıp göç ettiğimiz ülkeye döviz göndermek değildir. Dövizden çok daha önemli olan, yaşadığımız ülkelerde bulunan bilim, kültür, sanat, edebiyat ve tekniktir. Bunlarda yararlanmak ve yeni yerleşilen ülkede bu olanaklar arasında ilişki kurabilmek ve geleceğe iz bırakacak çalışmaları kalıcı kılabilmektir.
Şu an, yaşadığım Almanya’nın Münster kentinde tam 146 milliyetten ve kültürden insanlar yaşıyor. Bunların bilgi ve birikiminden yararlanmaya çalışmak bir aydının görevidir. Ben burada Türkiye kökenli bir göçmenim. Çocuklarım, torunlarım burada doğdular, büyüdüler. Buralılar, artık Münsterliler ancak köken olarak da Türkiyeliler. Kültüre, sanata, edebiyat ve eğitime gönül vermiş biri olarak onlara paradan, bir daireden daha kıymetli olan bir iz bırakma sorumluluğum var. Atalarının Türkiye’den sadece boş bir bavulla gelmediklerini ve atalarının doğduğu toprağın insanlarıyla bağlarını sürdürmelerinin önemini kavratacak çalışmalar yapmam gerekiyordu. Bu müze bu düşüncenin eseridir. Bu müze ile ileriki yüz yıllarda da Türkiye’den gelen insanların bu topraklardaki boşlukları doldurduğunun bir kanıtı olacaktır.
Bu müzenin, Türkiye’de gelenlerin hepsinin sahipleneceği Türkiye topraklarını, kültürünü, insanlarını sevmesine katkıda bulunan bir kurum olacağı inancındayım. Her insan kendi alanında mutlak bilim, kültür, yazın ve teknik icatları konusunda bir iz bırakmaya çalışmalıdır.
Bu tür iz bırakacak çalışmaları desteklemenin de toplumsal görevimiz olduğunu unutmamak gerekir. Toplum desteklemezse teşvik edici olmaz.
Bundan böyle fırsat buldukça bu Enternasyonal Çocuk Oyuncaklar Müzesi – Molla Demirel Vakfı’na geçen yüz yıllarda kalan ilginç konusu olan oyuncakların öyküsünü anlatmaya çalışacağım.
İsterseniz 95 yaşını aşmış ama halen güzelliğini yitirmemiş Bayan Charlotte’nin ayrılmadığı çocuk bebeğinin öyküsünü okuyalım:
Hollanda Oyuncak Bebeğin Öyküsü
Arkadaşlar öğle yemeğine hazırlanıyordu. Telefon çaldı. İş Arkadaşım Eva aldı ve bana bağladı. “Benim adım Charlotte Pitsch Benim 1927 yılından beri sahip olduğum bir Hollanda çocuk bebeğim var. Onu korunacak bir yere vermek istedim. Gazetede sizin Müze kurduğunuz Müze için en az 50 yaşından olan çocuk oyuncakları topladığınızı okudum. Bunu sizin müzenize vermek istiyorum. Ondan ayrılmak zor. Ancak onun yarar görmeyecek bir yerde yaşaması gerekir” dedi
“Hollanda mı?”
“Evet Hollanda. Hollanda’da o tarihlerde üretilen Çocuk bebekler Alman ve Fransızlarındakinden farklı” dedi.
İki hafta sonra müzeye gelmesi ve hayatını bize anlatmasında anlaştık.
Fotoğrafta gördüğünüz Hollanda’ya has olan 1927 yılından beri her gece Bayan Charlotea’nın birlikte uyuduğu Çocuk Bebeği ile geldi.
Hepimiz 96 yaşında olduğuna şaşırdık. Halen şık, hafızası yerinde çantasında getirdiği yaşadığı dönemleri kapsayan bir fotoğraf albümü ile geldi.
Scharlotte Pitsch 1924 doğumlu. Doğum adı Caharlotte Serjtof Mueler’dir. Babası o tarihte Hollanda’nın kolonisi bulunan Endonezya’da, Hollanda’yı temsil eden üst düzeyde bir yetkili memur. Carlotte daha üç yaşındayken babası Hollanda’ya geldiğinde kızına bu fotoğrafta gördüğümüz ”Hollanda Çocuk Bebeği”ni getirir. O bu oyuncak bebekle evleninceye kadar yatar. Evlendikten sonra da baş ucundan ayırmaz.
Hitler Hollanda’yı işgal edince yurt dışında bulunan tüm Hollandalılar ülkeye geri çağrılıyor. 16 yaşında Hollanda’ya geldiklerinde artık babası işsizdir, bir aylık gelirleri de yoktur. Genç bir kız olan Charlotte beş yabancı dil biliyordu. Hollandaca, Almanca, Fransızca, Rusça ve İngilizce dillerini ana dili gibi konuşuyor, okuyor ve yazıyordu. Sesi güzeldi, org ve kemanı çalma konusunda da yetenekliydi. Bir şirketin İngilizce ve Fransızca bilen bir elaman arandığı gözüne ilişince, ailesine maddi destek olabilmek için hemen oraya başvurur. Onu oldukça güzel döşeli bir odaya alırlar, ardından gene yaşı ellinin üstünde gösteren tam anlamıyla bir bürokrat olarak düşündüğü kişinin oturduğu odaya alınır. Oysaki bu kişi sivil giysili bir Alman generalidir. Almanca, İngilizce ve Fransızca sohbet ederler. Ancak genç kız olan Charlota’nın gözü hep orada bir köşede bulunan orgdadır. Bunu fark eden Alman Generali “sen org çalabiliyorsan bu orgda sevdiğin bir parçayı çalar mısın?” der.
O hemen orga fırlar. Orga başıyla selam verir, okşar ve öper. Wolfgang Amadeus Mozart (1756-1791)ın, Elvira Madigan adlı parçasını çalar. Hemen ardından Johann Sebastian Bach (1685-1750)‘dan Well-Tempered Clavier adlı parçayı çalar. General onu alkışlar.
O da ayağa kalkar; önce generali selamlar, ardından da orga dönüp önünde eğilerek selamlar.
General oturduğu koltuktan kalkar masasındaki çağrı ziline parmaklarını basar. Genç ve oldukça yakışıklı bir subay içeri girer. İşte o andan itibaren Carlotte’nin kaderi değişmeye başlamıştır.
General subayı süzer, “Bu org‘u dillendirmekte ve müzikte sen benden daha iyisin ama bu genç bayan ikimizden daha başarılı. Üst kademeki aylığımızla işe başlayacak. Çalışma odasını gösterin.” Emrini verir.
Genç subay nazikçe “Benimle gelin” der ve birlikten generalin yanından ayrılırlar. Genç subay ona önce çalışacağı tercüme odasını gösterir. Ardından orada çalışan arkadaşlarının odalarını dolaşır ve onu tanıştırır.
Genç kız Carlotte şaşkındır. Nasıl davranacağını bilemez. Çünkü burasının Hollanda’da bulunan, bir şirket levhasıyla kamufle edilmiş Alman işgal ordusunun merkezi olduğunu öğrenmiş olur. Bu işe “Hayır” demesi sadece kendisinin değil tüm ailesinin ve yakınlarının hayatını tehlikeye atmış olacaktı.
Eve döner, bolca ağlar. Sonuçta annesi ve babası da çocukları için tehlikeyi göze almazlar ve belki ülkenin yeniden işgalde kurtulmasına yardımı da dokunabilir düşüncesiyle onay verirler. O andan itibaren Hollandalı akrabaları bir Alman İşgal Ordusunun merkezinde çalıştığı ve ardındanda bir Alman subayla evlendiği için Carlotte ile ilişkisini keserler.
Bu savaş süresi içinde her genç bayan gibi, kendisi de birçok defa Alman, Hollanda, İngiliz, Fransız askerlerin tecavüzünden kurtulamamıştı.
Ancak hangi toplantıya gitse, hangi ülkeye çevirmenliğe gitse genellikle bu genç subay onunla olmuş, O’nun kalbine girmeyi başarmıştı. Özünde ilk görüşte ikisi de birbirlerine aşık olmuşlardı.
Bu genç subayla resmen evlenirler. Ancak Rusya topraklarında kış çok şiddetli soğuk olur. Kışta savaşma gücünü yitiren Alman askerleri Leningrad yakınlarında Sovyetlere esir düşer ve içlerinde eşi ve sevgilisi olan subayda vardır.
Kendisi de o tarihte çevirmen olarak Fransa topraklarındadır. Alman Hitler Hükümeti Rusya’daki yenilgisinin ardından Fransa topraklarında geriye çekilmişti.
Hitler ordusunun savaş merkezi Münsterde olduğu için Alman ordusunun Fransa’ya çekilmesiyle O da Münster’e gelmişti. Almanların yenilgiyi kabul etmesinden sonra barış masasında karşılıklı esirleri değiştirmekten eşi de yararlanarak Berlin’e geldi.
O tarihte Münster ile Berlin arasında sadece yük taşıma trenleri vardı. Eşi Berlin’den 400 kilometrelik yolu yürüyerek Münster’e geldi. Böylece tekrar iki sevgili birbirine kavuşmuş oldu. Ancak eşi 1968 yılında öldü. Savaş yılları nedeniyle bir çocuk sahibi olamadılar.
Akrabalarına olan hasretini babasının kendisine üç yaşında aldığı bu bebeği bağrına bastırarak hafifletmeye çalıştı. Babasından kalan tek mirası, bütün acılarını, anılarını anlattığı bu çocuk bebeğini okşayıp öperek göz yaşları içinde bize verirken “Can yoldaşım burada da güzel arkadaşların olacak, sana kimse dokunmayacak” dedi. Sonra bize döndü “Ben güzel günlerden çok, acılar yaşadım. Acı yaşıyan tecavüze, işkenceye uğrayan insanlar gördüm. Ben de savaş çemberi içinde kalan her genç kız, kadın gibi tecavüzlere, işkencelere uğradım. Benden olacak bir çocuğun aynı acıları yaşamasın, görmesin diye çocuk yapmadım.
Ancak hiç kimseye kızmadım, nefret etmedim. İnanın bana her durumda insanları sevdim, kimseye düşman olmadım.
Ama insanları, folkloru müziği, doğayı, bütün canlıları sevdim, kısaca yaşamı sevdim. Sizde sevin yaşamı, dünyaya bir defa geliyoruz çocuklar” dedi….
Molla Demirel