Ahmet Sefa
24 Ocak 2021 BİR KİTAP BİR YAZAR
Yazar: Mehmet Tepebaşı
Öyküler
Öyküler ama hepsi tek tek bir roman tadında, konularıyla dili, üslubu akıcı, okunulur, sürükleyici… 128 sayfalık kitaptaki okunabilir 12 puntoluk 7 öyküyü, her gün birini okurum diye planlamışken başladım, yorulan, yaşaran ameliyatlı bozuk gözlerimi ayırdığımda son öyküsüne gelmiş olduğumu gördüm.
Yaş gözlerle kitabı bitirdiğimde önce yazımın uzayacağı, facede uzun yazıların okunmadığı riskine karşın şunları düşündüm:
Konular düz yazıda da çok kez aynıdır; örneğin aşk, sevgi, devrim… Yüzlerce yazar binlerce kez aynı konuda yazar, ancak sınırlı sayıda kitap en çok okunan, en çok satan olur. Yazar, konuyu işleyişi, üslubuyla ilginçleştirdiği olaylarıyla okuru çeker, beğeniyi çoğaltır. Tepebaşı’nın öykülerini okuduğumda aynı gibi olsa da, olayları, seçimleri sanki şimdiye dek hiç karşılaşmamıştım bu konularda yazılanlara! (Tabi burada yayınevinin profesyonelliğiyle dağıtım, satış, reklam etkilerini unutmadan, okurun da bu popülizme prim vermeden kitabı okuyup, yiğidin hakkını vermesini de ayrı bir konu olarak eklemeliyim!)
Hatta bu, şiirde defalarca birbirinden habersiz aynı tümceleri kurgulatır, aynı konu kimi şairin duygu yoğunluğuyla ideolojik birliğiyle aynı sözcükleri dolaştırır dizelerinde. Yanlış anımsayabilirim, düzeltilirse sevinirim; “ saçlarına kan gülleri takayım (salın da gel) bir o yana bir bu yana” dizelerinin nerdeyse aynılığıyla A. Arif mi E. Gökçe’den çalmıştı, tersi mi? (H. Hüseyin miydi yoksa?)
Tartışmalar, kışkırtmalar gırla gitmişti. Oysa gerçeği; evrensel değerdeki iki şairimizin aynı duygularla aynı bakış açılarıyla birbirine benzeyen, hatta aynı dizeleri yazabileceğiydi.
Mehmet Tepebaşı da Portakal Çiçeği Kokusu ve Bir de Adana kitabındaki öykülerinde cezaevlerini, olayları, kişileri, Adana gecekondularının içini anlatırken, maalesef ülkemizde henüz yüzlerce değil onlarca olan siyasi koğuşları işlemiş, hemen bunlardan anımsayıverdiğim Nuri Akalın’ın Volta (Bir düş romanı)nın bende bıraktığı etki gibi okura, “vay be, ben de öyle yaşamış, böyle görmüştüm, duymuştum. ” dedirtiyor. Hele ki yılların devrimci birikimlerini, örgütlülüklerini yok etmek için azgınca saldıran 1980 askeri cuntasını öyle mizahi tarzda deşifre ediyor ki okumaya doyulmuyor, güldürürken düşündürüyor. Zaten kanıtlanmıştır ki; şu siyaset, bu parti denmeden işçi sınıfından olan, onun yanında olan yazanların kitapları yazarımız Mehmet Tepebaşı gibi en önde olandır hep.
Portakal Çiçeği kitabı, anlaşılır diliyle sürükleyiciliğiyle birbirini tamamlayan öyküleriyle iyi bir roman tadı da veriyor, özel, apayrı bir konuma da oturtuyor Mehmet’i.
Bir devrimcinin mahkemeye giderken, ceza alıp çıktığında, onun insan sevgisini, doğa tutkunu içini, koklamak istediği, çocukluktaki anımsamalarıyla cezayı düşünmesini değil, bir kucak portakal çiçeğiyle cezaevine, arkadaşlarına dönme isteğini anlatması, jandarmanın, gardiyanların devrimci tutukluya hayretle bakması gerçekten okunmalı.
Hele, ikinci öyküsü Bizimki, yani koğuş arkadaşları olan güvercini, o kendine özgü mizah diliyle anlatması;
Flu Fotoğraflarda aranan bir anne babanın küçücük kızlarını geride bırakmasıyla çocuğun iç dünyası tüm derinliğiyle aktarılmış. Sanki yazar çocuğun dünyasının içinde, onu tüm düşün hücreleriyle saniye saniye takip etmiş, çocuksu duyguları detaylamış. Bitmedi: Birden yurt dışından gelen karı koca, biz annenle babanız deyip götürdüklerinde, dedeyi, nineyi bırakıp gitmek zorunda kalışı, onlara tam sarılmışken, indiklerinde havaalanında, biz değiliz, asıl annen baban dışarıda seni bekliyorların anlık travması… Okunmalı, illa okunmalı.
Adana sosyal yaşamında bazen cinayetlere varan kuşçuluğu yazması, cezaevinde bir güvercin kadar büyüyebilir denilerek aldıkları yumurtadan çıkıp büyüttüklerinin kocaman Ankara dövüş horozu olduğunu gördüklerindeki şaşkınlıkları, konusunun kuşçuluktan koğuşlarına bağlanması, ustalığının da göstergesi yazarımızın; zengin yazın gücü, gücünün işlenmesi, yazarlıkta üst bir kimliğin göstergesi. Doğrusu, Flu Fotoğraflardan sonra Çin Horozunu okumak rahatlattı, öyküler iyi sıralanmış dedirtti bana.
Adana Kapalı Cezaevi’nin hücrelerindeki Ayıp Ettin Abi öyküsüne gülüp, sindirmeye başlamışken, Hacer’in sayfalarını çevirmeye başlamıştım. Bitirdiğimde 29 sayfalık bir roman okuduğum tadında, Hacer’in etkisindeydim. Usumda dönüyordu 29 sayfa. Önce gecekonduların bir kızı Hacer’in utangaç aşkı, bir Cengiz Aytmatov romanı okumuş hissini vermişken, babasının kızının aşkından haberi bile olmayan genci öldürmesi okurun gözlerini sulandırıyor. Ne oldu, ne oluyor, nasıl bitecek öykü düşüncesindeyken Hacer’in devrimci bir grupla tanışması, faaliyetlere giriş, gelişim, devrim nikâhlı eşin cuntada cezaevine düşüşü, kendisinin de kerelerce girip çıkması… Sonunda bir suikastle ölümü… Dediğim gibi, olaydan olaya, zaman, mekân, kişi anlatımlarıyla tam bir roman örgüsünde, roman okumuş tadı alınıyor.
Devrimci pratiğin içinden gelen yazarların, ince detayları, psikolojik tahlilleri içinde yaşar gibi yazdıklarını, okuyucunun da içinde yaşattıklarını biliyorum, okudum. Mehmet Tepebaşı da son öyküsü Saz’da devrimci buluşların, yaratıcılığın bir koğuştaki örneklerini sunuyor, okutuyor, güldürüyor, yaşamın, mücadelenin her yerde, her koşulda sürdürülüşünü anlatıyor.
Hem de umudun, dostluğun, yaşanmışlığın öyküleri Portakal Çiçeği Kokusu ve Bir de Adana. Henüz romanlarını edinemesem okuyamasam da okuyan arkadaşlarımın ortak kanısı; Mehmet Tepebaşı’nın iyi bir romancı olduğu…
Geçen ay yayımlanan öykülerini bugün okuduğumda gördüm ki; bir üst kimlik yazarıydı karşılaştığım, sağlam duruşlu iyi bir yazarın kitabıydı okuduğum. OKU… OKUT…