(8 yıl önce bugün yazmışım)
Yavaş Şehrimiz Seferihisar’da ‘Mandalina Şenliği’ne davetliyiz. “Gitmesek olmaz.” diye yollara düşüyoruz pazar günü. Ama o da ne? Sanki herkes bizim gibi düşünmüş. Yollar tıklım tıklım… Herkeste bir yavaş şehir hevesi, mandalina özlemi…
Metropoller artık eskisi kadar cazip değil çoğumuz için. Kasabalar, köyler daha çekici olmaya başladı nedense. Hele bir de sahilde olursa… Yaman bir çelişki tabii. Bir yandan metropolün kalabalıklarına müptelayız; ama bir yandan da sakin yerler arıyoruz.
Gürültüsüz ve kalabalıkların olmadığı yerlere gidesimiz var. Ama hep beraber oluşturduğumuz bu akım, birden o gürültüsüz ve tenha yerleri de değiştiriveriyor. Trafik kilitlenebiliyor, otopark bulmak için epey mücadele etmek gerekiyor. Bu, çağın ya da bizim çelişkimiz. Bir yanımız metropolsüz yapamıyor, öteki yanımız kırları ve köyleri özlüyor. Yavaş şehir ütopyası bu nedenle olsa gerek birçoğumuza cazip gözüküyor.
Bir yandan da düşünüyoruz, bu kadar tüketici ve teknoloji bağımlısı olarak bizler nasıl yavaşlayacağız. Yavaş şehirlerde hayat daha yavaş akarak, bizlere daha dingin ve kolay bir yaşam sunmalı. Ama hayat hızlı ve bu hızımızı küçük yerleşimlere taşıyarak kendi yarattığımız bu hızla yorulmayacak mıyız? Yoksa buraları da tüketip başka arayışlara mı yöneleceğiz?
‘Seferihisar Mandalina Şenliği’nin gördüğü ilgi sonucu yaşanan trafik sıkışıklığı ve tören alanındaki kalabalığı görünce “yavaş şehir” kavramını ve “yavaş şehir” modelinin zorluklarını, çelişkilerini düşündüm. Diğer yavaş şehirlerden Birgi, Yenipazar ve Halfeti geçti aklımdan. İster istemez Seferihisar ile kıyasladım.
Olanaklar, metropole olan mesafe ve şehri cazip kılan diğer özelliklere göre yavaş şehrin hızı da değişebiliyor.
Kapitalist kalkınma anlayışı ve tüketim toplumu değerlerinin bu kadar etkili olduğu bir dönemde, doğa ile daha barışık, yaşamın daha yavaş aktığı ve daha kolay olduğu yerleşimler yaratma mücadelesinde mesafe alabilecek miyiz?
Yoksa bütün bunlar, marka şehir yaratarak şehirleri pazarlamaya mı yarayacak?