Ölüm, bir yangındır aslında.
İçten içe yanan…
Ama bir türlü sönmek bilmeyen bir yangındır…
Ya vakitsiz olanı…
Bir akşam üstü, son kez sarıldığınızı bilmeden uğurlarken…
Ertesi günü bir öğle vaktinde haberini almak…
Yangınların en büyük olanıdır…
Artık içiniz bir mahşer,
Duygularınız ise, sizi sizden koparıp uzaklara savuran bir kasırgadır…
Bir baba nasıl anlatılır ki?
Hem de…
Hemde kalleşçe sırtından vurulanı?
Hangi sözcükler gerçeğe can verir?
Ya da yıllar yılları kovalasada içinizde sinsice yanıp ama bir türlü küllenmeyen ateş…
Nasıl söner ki?
Üstad Cemal Süreya, ölüm acısını şöyle dizelere dökmüştü seneler önce;
“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü, kör oldum.
Yıkadılar, aldılar, götürdüler.
Babamdan ummazdım bunu kör oldum.
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum.
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Söylemesine maviydi kör oldum.
Taslara gelince hamam taslarına
Taslar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taslarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi
Bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken
ağladınız mı?”
İç yangını başkadır…
İçten içe Yanarda kimse görmez…
İçten içedir ağıdınız, kimse duymaz haykırışınızı…
Gücünüz ancak sözcüklere, dizelere yeter…
***
Can dostum Mazlum Çimen, babasını ondan kopardıklarında yazmış bu dizeleri…
“Öğle ağlarım ki kendime
Sen benden gittin gideli
Tenim küs olmuş tenime
Sen benden gittin gideli
Bir cefam var idi, bin oldu
Aktı gözümün yaşı sel oldu
Sen benden gittin gideli
Yazbaharım döndü, kış oldu
Sen benden gittin gideli
Öyle bıkmışım ki kendimden
Kurudum düştüm dalımdan
Sanki ruhum çıktı canımdan
Sen benden gittin gideli”
Her bir araya gelişimizde…
Tan ağarana dek söyleriz:
“Sen benden gitti gideli…”