60 lı yılların ortalarında zamanın hükümetinin neresine battıysa Bodrum’daki yer isimlerinden rahatsız olup hepsini değiştirdiler o zamanın KEFALUKA Köyü de AKYARLAR köyü oldu. Günümüzde büyükşehir yasasıyla da AKYARLAR mahallesi oldu.
Eskinin KEFALUKA Köyünde köyün ağası ünlü Arap Ağa’nın torunlarından biriydi. İsmini dedesinden almış Arap Ömer ARSLANSEREN. Biz ona ARAP amca derdik arkadaşları ona “ARAPO” diye seslenirdi. Koyu buğday tenli, kısa boylu, küçük adımlar atarak hızlı hızlı yürür, espri yüklü cümlelerle çabuk çabuk konuşurdu. Can ciğer arkadaşım Hasan’ın da babasıydı. Süngercilik, balıkçılık ve en son bakkallık yaptı. Erken bir zamanda 59 yaşında rahmetli oldu, nur içinde yatasın.
Arap amca arkadaşlarınca çok sevilirdi. Öyle ki, dost olduğu, Bodrum’a yerleşen tiyatro sanatçısı Mücap OFLUOĞLU Arap Amca’nın ölümünden sonra. Benim Bodrum’da kalmamın bir nedeni kalmadı diye Bodrum’u terk etmişti.
Yine kanka arkadaşlarından İstanbullu SUAT BEY sık sık İstanbul’a gider gelir, geleceği zaman da illaki telefon eder İstanbul’dan bir şey istiyor musun diye sorarmış. Bir seferinde Arap amca “Yok, sen kendini getir; bir de şu poyrazın deliğini tıka da gel” demiş.
İstanbul’da ne zaman yağmur yağsa, ardından Bodrum’da kuzey rüzgârları eser; hava soğur, biz buna İstanbul’daki yağmurun soğuğu geldi olarak anardık. Bizim ahali kuzey yönlü esen her türlü soğuk rüzgârlara da POYRAZ derdi. Bu poyrazlar kış aylarında dondurur, bilhassa balıkçılar elleri devamlı ıslandığından bu poyraz rüzgarları çok canlarını yakar, nefret ederlerdi. Balıkçılık yapmakta olan Arap amcanın da bu isteği çok anlamlı olmuştu.
O zamanın insanlarında olan bir özellik idi herkes gibi O da esprisiz konuşmazdı. Hasan anlatırdı, süngere gittikleri seferde teknede motor dairesinin arkasında şaftın üzerinde kendilerine bir yer yapıp yatıyorken; teknede bolca kakalak (hamam böceği) var. Arap amca üzerinden geçen böceğe seslenmiş, “Tamam geç ama yol yapma” demiş.
Bir gün arkadaşları ile muhabbet sofrasında, kadehine küçük bir sinek düşmüş. Çatalın tersiyle sineği bardaktan çıkarmaya çalışmış, ancak bir türlü denk getirememiş. Bir süre uğraştıktan sonra sıkılmış; “Aaaaaa uğraşamıcem sennen, yum ulen bacaklarını yutucem” demiş, ortalığı kahkahaya boğmuş.
Espritüelliğinin yanı sıra yaşamını kolaylaştırıcı çok pratik ve kullanışlı fikirler üretir ve uygulardı. Yıllarca olanaksızlıklarla sürdürülen süngerciliğin eziyetinden kurtulmak için diğerleri gibi O da balıkçılığa geçiş yaptı. Ancak çocuklarını bu işe bulaştırmamak ve tahsil yapabilmelerini sağlamak için balıkçılığı zaman zaman eşiyle birlikte yapmaya çalıştıysa da eşine de kıyamadığı için tek başına yapmanın yollarını aradı.
Ağları tekneye tek başına çekmek çok zordu ve yardımcısız olmazdı. Arap amca bunu kolaylaştırmanın ve balıkçılığı tek başına yapmanın çaresine bulmuştu. Yunan balıkçı teknelerinde bir benzerini gördüğü, bugün her balıkçı teknesinin baş tarafında, ağları toplamak için monte edilen çıkrık dolabına benzeyen bu aparatı demirci, kaynakçı, motorcu ustaların kapılarını aşındırarak ve tek tek tarif ederek aşama aşama ve de söylene söylene yaptırmıştı.
Arap amcanın sistemi çok komplike idi. Teknenin önündeki bu kasnağa teknenin motorundan kayışlar vasıtasıyla dönme gücü de aktararak motor gücüyle kasnağı döndürüyor hiç zorluk çekmeden ağları tekneye alıyordu. Bu, ağların çekilmesini daha da kolay hale getirmişti. Ondan sonra diğer balıkçılar da yaptırmaya başlamışlardı. Biz bu aleti ilk kez ARAP MOTORU’nda görmüştük.
Arap Amca süngerciliğin ardından balıkçılık yaptıktan sonra yaşlanmanın da verdiği zorluklar nedeniyle pes etmiş ve evinin bahçesine yaptığı dükkânda mahalle bakkallığına başlamıştı. Bakkallığa başladığı 1970’li yıllarda Arap motorunu gezi teknesi haline getirdiğinde tekne de neredeyse bizim olmuştu. Koyları gezdiğimiz, gecelerimizin sohbet mekânı, ara sıra balığa çıktığımız Arap Motoru hâlâ yaşamakta.
ARAP Motoru 1962 yapımı ilk tekne yapım ustalarından Ziya Güvendiren ustanın imalatı olan bir tirhandildir. Bodrum Deniz Müzesi’nde bu tirhandilin bir maketi de sergilenmektedir.
Arkadaşım Hasan’ın da anlattığı babasıyla çıktığı sünger avcılığı seferini sizlere aktarıp sünger avcılarını bir kez daha hatırlayıp analım.
Aldı sözü Hasan Aslanseren;
“Okul çağındaki biz çocuklar, bilhassa yaz tatillerinde ya babanın işine yardımcı ya da tanıdık esnaf veya zanaatkâr yanına çırak olarak verilirdik. Babam o zamanın ekmek kapısı olan sünger avcılığı işiyle uğraşıyordu. Bu iş çocuklara göre değildi. Bu nedenle beni yanına almaz tanıdık esnaf yanına çırak verirdi.
İlkokul dördüncü sınıf öğrencisiydim ve o yıl sınıfta kaldığım 1963 yılı yaz tatilinde, babam bana ders vermek, para kazanmanın zor yollarını göstermek ve biraz da cezalandırmak için gittiği sünger seferine beni de dâhil etmişti. 11 yaşındaydım ve esnaf yanında çıraklık yapmaya razıydım. Arkadaşlarımdan ve Bodrum’dan birkaç aylığına bile olsa ayrılmayı hiç istemiyordum, ancak sınıfta kalmanın utancından gitmek istemiyorum bile diyemedim.
Sünger avcıları için Bodrum civarındaki kıyı denizlerinden çıkartılan süngerler yeterli olmaz, uzak denizlere seferler düzenlemek zorunda kalırlardı. Bu sefer rotalarından biri de Marmara Denizi rotası idi.
Sezon hazırlıkları mayıs ayına kadar tamamlanır, teknelerin bakımı yapılır ve boyanırdı. O zamanki teknelerde hiç vernikli kısım olmaz; her yer dip köşe boyanırdı. Tekne denize inip belgeleri ve seyir güvenliği tamamlandıktan sonra dalgıçlara hava sağlayan hayati teçhizat elden geçirilir, güvenli olmaları sağlanırdı. Hava kompresörünün bakımı yapılır dalgıcın hava hortumunun sağlamlığı, basınca dayanıklılığı ve hava regülâtörlerinin sağlıklı çalışması test edilir, eksiklik varsa gerekli yedek parçalar sağlanırdı.
Dalgıçlar balıkadam elbiseleri giyer, maske ve palet ile dalar, hava hortumu ucundaki regülâtörden hava solurdu. Tüplü dalışın farklı bir versiyonu gibiydi. Teknede konuşlandırılan büyük hava tüplerine bağlı uzun hava hortumu ile dalınırdı. Hava tüpleri dalış esnasında teknenin motoruna bağlı kayışlar vasıtasıyla çalışan hava kompresörleri ile devamlı doldurulur, herhangi bir motor veya kompresör arızası meydana gelirse dolu olan tüplerdeki hava, dalgıcın dışarıya sağ salim alınması için yeterli zamanı sağlardı.
Hava tüplerimiz teknenin alabandasına (iç duvarına) monteli büyük oksijen tüpleri ebadında üç adet idi. Seferden önce bakımı yapılır, içleri temizlenir ve kurutulup kapatılırdı. Babam bu konuda çok hassastı. Dalgıçların hayatının söz konusu olan bu teçhizatlardı, asla tedbirsizlik yapmaz ve çok titiz davranırdı. Bu nedenledir ki babamın teknesinde hayati tehlike yaratan bir kaza yaşanmamıştır.
Teçhizat işleri tamamlandıktan sonra kumanya tedarikine başlanırdı. Bir dana veya bir koyun kesilir ve evin avlusunda büyük kazanlarda akşama kadar eti kavrulurdu. Mahalle mis gibi kavurma kokardı. Kavrulan etler tuzlanıp tenekelere basılır teneke kapakları lehimlenirdi. Bu kavurmalar toplam üç dört tenekeyi bulurdu. Üç dört çuval da peksimet siparişi verilir. Köylerden bir iki teneke yağlı zeytin, bir iki teneke salamura keçi peyniri sağlanırdı.
Kumanyanın ana malzemesi kuru fasulye, bulgur, makarna çuvallarla alınır; yağ, salça, soğan gibi kumanyalarda temin edilerek tekneye depolanırdı. Baş üstüne direğin dibine içecek su tankı olarak yatay bağlanan bir varil ile içecek su temin edildikten sonra sefere hazır olunurdu. Datçalı dört dalgıç, aşçı (dedem) ve babam, okullar kapandıktan sonra da benim dâhil olduğum bu seferde teknede yedi kişi ile saydığım onca malzemeyi bizim 8,5 metrelik Arap tirhandiline sığdırılma konusu ise bir ustalık işiydi.
Mayıs ayı idi. Marmara Denizi sünger seferi başlıyordu. Böyle seferlere genellikle yalnız gidilmez, dört beş tekne birbirine yakın tarihlerde mahalleli ile vedalaştıktan sonra, dualar ve sağ salim geri dönün temennileriyle uğurlanırdı. Sünger dalgıçlarında vurgun yemesi nedeniyle çok fazla ölüm ve sakat kalma olayı yaşandığından, uğurlamalar acılı olur; gidenlerde bir heyecan, kalanlarda bir buruk keder alın yazısına dönüşürdü.
Babamı sefere uğurladıktan bir süre sonra okullar kapanıp ben sınıfta kalınca, toplanan süngerleri Bodrum’a getiren babamla birlikte Kuşadası’nda tekneye katıldık. Bizimle aynı sünger seferine çıkan Plaçi ve Güven tekneleri ile genellikle yan yana avlanıp akşamları beraber oluyorduk. Dedem Mehmet Çavuş çok iyi bir aşçı ve denizciydi. Ön tarafı yarım açılmış yağ ya da peynir tenekesinden yapılmış ocağı, çalı çırpı ile kamara girişinin ağzında öyle güzel yakar ve dikkat ederdi ki etrafa kıvılcım sıçratmaz, ceviz kabuğu misali denizde sallanan teknede yemekler dökülmezdi. Kötü hava bile olsa yemek; saatinde hazır olur ve kimseye acıktık dedirtmezdi.
Dedem kuru fasulye ve bulgurdan bıktı mı günün son dalgıcına siparişi verir “Üç dört kiloluk bi orfoz al da gel, akşama pilaki yapıcem” derdi. İşini bitiren dalgıç yüzeye çıkmadan önce, dedemin siparişini ne bir eksik ne bir fazla orfozu yakalar getirirdi.
Çıkarılan süngerler önce ayakla çiğnenerek süngerin içindeki beyaz sıvıdan arındırılır, daha sonra üzerindeki siyah zarı temizleyebilmek için Apoş dediğimiz file türü torbalara konularak denize sarkıtılırdı. Denizde yumuşayan süngerler daha sonra tekrar çiğnenip çitilenerek üzerindeki siyah zardan arındırılır ve iplere dizilerek teknenin muhtelif yerlerine asılarak kurutulurdu. Bu işlem hep bana verilirdi ki ben bunu bir angarya gibi görürdüm, sünger çıkartmak bana göre daha sayı değer gibi görünmüştü.
Kuruyan süngerler sonra çuvallara basılır depolama yeri olmadığından kamara içinde dururdu. Güverte üzerinde her yer sünger çuvallarıyla dolardı, kıpırdamaya yer bulana aşk olsun. Kamara içinde yer kalmadığı için -dedem hariç- dalgıçlar dışarıda nerede yer bulurlarsa, babam ve ben makine dairesinin arkasındaki boşlukta şaftın üzerinde yatardık. Sabahları erken kalkılır, önce biraz yol gidilir sonra dalgıç hazırlanır ve dalmaya başlanırdı. Sabahları benim işim olmazdı, ancak babam uyumama izin vermez beni erkenden kaldırırdı. Para kazanmak için verilen çabanın, zorlukların, çekilen eziyetlerin farkına varayım diye. Bunu da yüzüme söylerdi.
Bizim filo avlanarak Çanakkale’ye doğru yol alıyordu. Çeşme, Foça, Dikili, Edremit, Midilli Adası derken Bozcaada’ya vardık. Burada bir gece dinlendikten sonra zorlu Çanakkale Boğaz geçişi başladı. Boğazın bir dere gibi aktığını görmüş hayretler içinde kalmıştım. 10 beygirlik (hp) Scandia marka makinemiz kuvvetli akıntıya dayanamayıp arızalandı. Babam ve dalgıçlardan Nihat Abi motoru tamir edip çalıştırdıklarında, boğaz girişinden beş mil kadar açığa sürüklenmiştik. Giriş çıkış yapan büyük tankerleri seyrediyordum; bizim teknemiz onların filikası kadardı.
Çanakkale Boğazını geçmek için tam bir kıyı seyri başladı. Akıntı bize göre çok kuvvetli olduğu için neredeyse kıyılara altımız sürtecek kadar yakın gidiyorduk. Biraz ortaya çıksak motorun gücü akıntıyı yenemiyor yerinde sayıyor gibi oluyorduk. Bu zaman kaybı babamın da dalgıçların da çok canını sıkıyordu ama benim çok hoşuma gitmişti. Tirhandilin en önünde oturup gün boyu kıyıları ve Çanakkale’yi seyretmiştim. Otuz mil olan Çanakkale Boğazını geçmek iki buçuk günümüzü almıştı.
Boğazı gerilerde bıraktıktan sonra bir süre Paşa Limanı, Avşa Adası ve Erdek civarlarında avlandık. Marmara Denizinin meşhur mantaba süngerlerine ulaşmıştık. Mantaba süngeri; küçük boyutta bol bulunan ve bu bolluğu nedeniyle getirisi tatminkâr bir sünger. Bu süngere ulaşmak için Bodrum’dan Marmara Denizine zorlu bir yolculuk gerekiyordu. Ege Denizi’nde seksen doksan metre derinlikteki sünger çıkarma eziyetinden, beş altı metreye kadar düşen derinliklerde rahat dalmaya geçilmişti. Sırasını bekleyen dalgıçlar sıkılırsa maske palet çıplak vaziyette dalar Mantaba toplarlardı.
Babama denemek istediğimi söyledim. Kabul etti ve kompresörle ilk dalış heyecanını orada yaşadım. 11 yaşında 11 metreye daldım. Birkaç sünger getirdim. Biri uslu imiş, diğerlerini denize attılar. Birbirine çok benzeyen bu iki tür süngerden işe yarayanına uslu işe yaramayan süngere de deli sünger denir. Bunun ayırdına varmak biraz deneyim gerektirir.
Avlanarak kuzeye doğru yol alıyorduk. Dört beş teknelik filomuz bazen ikiye düşüyor, bazen günlerce birbirimizi göremiyorduk. Tesadüfen bir yerlerde karşılaşınca da çok mutlu oluyorduk.
Dalgıçlar, Tekirdağ yakınlarında bol sünger çıkarmışlardı. Tekirdağ’da kumanya takviyesi yapıp hasretini çektiğimiz meyveleri almıştık. Oradan aldığımız gördüğüm en büyük karpuzu, yedi kişi iki günde zor bitirmiştik.
Bir akşam avlanmadan erken dönüp, tirhandili Şarköy’de bir çay bahçesinin önüne bağladık. Kasabanın merkezindeydi. Akşamsefası ya da çay keyfi için gezintiye çıkanlar bizim tekneyi ilgiyle seyrediyorlardı. Uzaylı görmüş gibiydiler. Görüntü olarak çok farklıydık, galiba kötü görünüyorduk. Her yerde kocaman sünger çuvalları, direkten gerili iplerin üzerinde dalgıçların çamaşırları, saçı sakalı uzamış insanlar. Bir de kimsenin alışık olmadığı ve sevmeyeceği sünger kokusu. Çay bahçelerinden gelen bir müzik beni çok etkilemişti ve o müziği çok sevmiştim. Bu, daha sonralarda meşhur olan Berkant’ın Samanyolu şarkısıydı ve ilk kez orada dinlemiştim.
Şarköy’den sonra tekrar Marmara’nın ortalarına, Marmara Adalarına indik. Teknede adım atacak yer kalmamıştı. Her yer sünger çuvallarıyla dolmuştu. Babam sünger çuvallarını ve beni Bodrum’a geri götürmenin zamanının geldiğini söylediğinde çok sevinmiştim. Tekne ve dalgıçlar yaz sonuna kadar avlanmaya devam edecekti.
Marmara Adası’ndan İzmir’e mermer taşıyan Karadeniz tekneleri (çektirme) vardı. Ağzına kadar mermer yüklü bir çektirmenin üzerine bizim sünger çuvallarını da yüklediler. Babam, ben ve sünger çuvalları İzmir’e doğru yola çıktık. Birkaç gün sonra İzmir Pasaport Limanına, oradan da bir kamyonla Bodrum’a geldiğimizde temmuz sonlarıydı. İki ay süren ilk ve son süngercilik maceram sona ermişti. Babam bu işi birkaç yıl daha devam ettirdikten sonra pes edip balıkçılığa geçiş yaptı.”
Binlercesine ulaşabileceğimiz, arkadaşım Hasan’nınki gibi yaşanmış hikâyelerden birisi ile süngercileri bir kez daha yad etmiş olduk.
Çok hızlı bir ivme ve ihtiyaç ile turizme geçiş yapan Bodrum ve denizcilik sektörümüz, süngercilerimiz sayesinde hiç zorlanmamıştır. Turizm gezi kaptanlıklarına geçiş yapan süngercilerimiz, mesleklerini saygı ve övgülerle sürdürmüşler; kendilerinden sonraki kuşaklara da aktardıkları denizcilik bilgileriyle de gezi turizminde ve mavi yolculuklarda diğer yörelerden hep bir adım önde olmamızı sağlamışlardır. Kaptanlarımızdaki temel denizcilik öğretilerinin, usta çırak ilişkisiyle genlerimize işlemiş olması vefakâr ve cefakâr süngercilerimiz sayesindedir.
Saygılarımla Ali DİZDAR