Bir yıl oldu, “kalu bela”dan beri dostumla ilk karşılaşmamız.
Bir iki gün konuşabildik sadece. O da etkinliklerden fırsat bulabildiğimiz kadar.
O gün bugündür üç bin kilometre uzaklıkta iki beden bir yürek yaşayıp duruyoruz.
Sevinçlerimiz ortak, kaygılarımız ortak, üzüntülerimiz ortak…. Tüm diğer dostlarımızla olduğu gibi.
Nefesini yaşadığı memlekette bırakmış Nazım Hikmet’in evi ve kalan eşyalarını koruyabilmek için binlerce kilometre ötede uğraş veriyordu. Yüreğinde kendi canı, dilinde-eyleminde Nazım’ın hatırası.
Yemeklerini paylaşmışlardı bizimle. Yüreklerimizi paylaşmıştık birlikte…
O gün bugündür çok acı çekti Molla Demirel. Arka arkaya, derviş tespihinin taneleri gibi.
Yılmadı, yıkılmadı… Üretti, üretti, üretti… Kızıyla, yeğeniyle ayrı ayrı söyleyeceklerini ve yapacaklarını tek elden söyleyip yapmak O’na kalmıştı çünkü.
Radyo programları, oyuncak müzesi etkinlikleri, kitaplar birbirini kovaladı, kovalıyor.
SAVAŞ KARŞITI OLMAK işte böyle bir sürecin ürünlerinden biri.
” İnsanın insana işkence etmesine veya acı çektirmesine tahammülüm yok. Bu nedenle nerede bir haksızlık varsa ona karşı çıkıyorum. Bu olumsuzluğun kalkması için gerekli çabayı göstermeye çalışıyorum.”
Kitap yaklaşık son yirmi yıllık bir süreçte tarihe Molla Demirel’in penceresinden bakışın somutlaşmış hali.
Kitapta toplam Elli dört yazı var… Elli dört inci tanesi.
Molla Demirel bu yazılarında çeşitli konulara değiniyor. Ama kitap bittiğinde aslında savaş kavramının genişletildiğini kavrıyorsunuz.
Ülkeler arası ilişkilerde, ezilenlere karşı, etnik yapılara karşı, mezheplere karşı, insana ve diline karşı savaş…
“Ben tüm Türkiye ve Irak halkını (Kürt, Türk, Ermeni, Arap, Çerkez, Süryani, Acem kısacası her etnikten, her inançtan inananları) savaş tekellerinin ve onların yerli işbirlikçilerinin planlarını bozmak için, gelecek nesillerimize dost, özgür ve kardeşçe yaşanan bir Türkiye, bir Irak, kısacası bir Ortadoğu, bir dünya bırakmak için dostluklarını açıklamaya çağırıyorum. Barışa evet! Savaşa hayır!”
Kitaptan çok Molla Demirel’den söz ettiğimi biliyorum. Ancak bu kitabı okurken sanki Molla Demirel ile karşılıklı sohbet ediyormuşum hissine kapılmıştım. Kitapla aralarına bir mesafe koymak olanaksızdı.
O nedenle bana; Molla hocanın penceresinden çağının tanıklığı ve yorumlarını anlamak Molla hocayı anlamak gibi geliyor.
Bildiğimiz konular evet… Yaşadıklarımız olduğu da doğrudur…
Ama Molla Demirel ne demiş, nasıl söylemiş.
Hani ayakkabı boyasında son işlem kadife çekmektir ya… Hani gözün görmediği tüm pürüzleri yumuşakça giderir. Ayakkabı pırıl pırıl pırıldar. İşte Molla hocanın olaylara bakması, değerlendirmesi, eleştirmesi, konuşması ve yazması aynen öyle. Anlattığı konuyla ilgili pırıl pırıl oluyorsunuz.
“Yazılarda özdeki kararlılık tamam da biçimsel olarak böylesine yumuşak bir şekilde yeniden biçimlendirme niteliği çok etkileyici. Neden insanlar bayram günlerinde yaşanan içtenlik, duyarlılık, engin sevgi, saygı ve hoşgörüyü yılın diğer günlerinde birbirlerinden esirger sorusu her zaman beynimde dolanır, durur.
“Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu alem birdir bize…”
Yunus Emre’nin bu dörtlüğünün tüm insanların günlük yaşamında ufkunu açmasını ve davranışlarını belirlemesinde katkıda bulunmasını her gün dilemeliyiz. Ancak bayram ve yılbaşı günlerinde başka ülkelerin içinde savaş çıkaran, bombalayan güçleri lanetlemeyi de unutmamalıyız…”
Bana bu kitabı ilk okuyan kişi olma onurunu yaşattığı ve naçizane düzeltmeler yapmama izin verdiği için Molla hocama çok teşekkür ederim…
İzmir. 19 Ağustos 2023. Engin Şirin