Orhan Cihaner
Basmane garından kara trenle Bandırma’ya varmak bildiğin altı saat falan sürüyo o vakit.
Yemyeşil ovalar, çorak topraklar, burnumun -is-ten siyaha bulandığı, keyifle, heyecanla varmayı beklediğim tüneller.
Terkedilmiş gibi duran; garip köyler mi? Yoksa orda yaşayanlar mı? Diye düşündüğüm ve çocuk aklımla karar veremediğim ülkem coğrafyasında, bitip tükenmek bilmeyen hüzünler, heyecanlar…
Annemin bi türlü benim bilet paramı denkleştiremeyip, kondöktör sesi duyulduğunda en küçük kaçak yolcu olarak trenin tuvaletine sığdırdığım kaygılarım…
Haa bide okuma yazması olmayan annem, güreş tefrikalarına meraklı agamın aldığı Tercüman gazetesini bi yıl boyunca biriktirirdi…
Trenin çığlığını duyan terkedilmiş köylerin yalnayak, başıkabak çocuklarının, tren vagonlarının sağında, solunda koşuşturarak, “Gasteee, gasteee, gasteee” diyen çığlıkları arasında, tarihi geçmiş gazeteleri camdan atarken annemi daha bi, daha, daha, daha çok sevdiğimi hissederdim…
Ki işte o anda trende kaçak giden velet olmaktan çıkar, bi işe yarayan, şehirli delikanlı kimliğine terfi ederdim…
Çocuğuz çabuk acıkıyoz haliyle. Trende pencerenin altından menteşeli olduğunu tahmin ettiğim portatif masa açılır ve ben yiyene kadar annemin beni izlediğini, ben doyunca yemeğe başladığını fark ederdim…
Tren ara ara istasyonlarda mola verir ama kaçırma korkusuyla aşağıya inemezdim.
Sonunda tren yolculuğu bittiğinde, o çocuklar bizden de fakir en azından tesellisi ile tebessüm eder ve bizi asıl hedef İstanbul”a götürcek olan köhne vapur saatini beklemeye koyulurduk…