Yazar: Meral BEKAR
Kitap: Birikir damla damla
Kitap nihayet elimize geçti. Teşekkürler Sevgül hocam.
Her yoldaşımın, arkadaşımın yayımlanan kitabı heyecanlandırır beni. Meral hocamın çalışması ayrıca meraklandırdı, haberler saldım, yollayacak bir arkadaş aradım. Sonunda Sevgül sipariş etti, postayla iletti, dört gözle bekledik, dün postacı kapıyı çaldı.
Birikir damla damla, İzan Yayıncılık imzalı. İyi iş çıkarmış yayınevi, kitabın temizliğine bakarken yayına hazırlayanın Serap Turgut, iç çizimlerin Tayfun’la kapak tasarımının Cihan İnan Bekar olduğunu okuyunca “elbette” dedim içimden, “editör Deniz Kamiloğlu’yla birlikte bu isimlerle elbette iyi bir kitap çıkacaktı. “ İlla ki yazar çok yönlü, inancıyla bilinciyle çoğumuza örnek, hepimizin gururu Meral Bekar olunca işin mükemmelliği şimdiden belliydi.
361 sayfalık kitap biyografik bir anı kitabı. Ama öyle bildiğimiz, çok zaman sıkıcı gelen biyografilerden değil. Akıcı, içeriğiyle, yazın diliyle sürükleyici, bir öbür sayfası merakla beklenen üslupta, temiz, tertemiz bir anı roman aslında. Yer yer siyah beyaz fotoğraflarla cunta döneminden gazete haberleriyle güçlendirilmiş bir çalışma.
Yarısına dek geldiğim Birikir damla damlayı okurken, Ender İmrek’in “Ben de Sana Onu Söyleyecektim”, Ali İhsan Gezer’in “Uygunsuz Adım”, Hüseyin Öge’nin henüz yayımlanmayan üç ciltlik çalışması “Deliormanlı Yusuf’un Oğlu Hasan”, yanısıra Dilvin’in yazmaya başladığı çalışması, Mustafa’nın hazırlığı, tabi Ekrem Ekşi’nin, Şeref Aydın’ın mücadeleleri, yaşamları, direngenliklerinin anlatıldığı kitapları anımsayıverdim. Az gibi görünse de yazanlarımızın çoğaldığını görmek, bilmek ayrıca sevindirdi beni. Hani, kimisi der ya; “Ne o herkes yazarlığa, şairliğe soyunmuş!” Yok. O iş öyle değil. Döneminin çok okuyan, tartışan, şimdi bile mücadele içindeki devrimcilerinin entelektüel birikimiyle ilgili hepsi. Özellikle sosyalist çevrelerin çoğunda yazan, yazmaya çalışan, yazmayı düşünen o kadar çok birikim dolu arkadaş var ki, dolu dolu. Yeter ki değerlendirilsin. Özellikle şimdi bile mücadele, örgütlülük içerisinde, çevresinde yer alan, düşünen, bilincini yitirmeden hâlâ devrim, sosyalizm inancını yitirmeyenler mutlaka deneyimlerini aktarmalı. Ah vah’lı, öldük bittikli yaşayan karamsarların aksine içi gencecik, Meral hocam gibi umut dolu, iç umudunu dışa yansıtan, karamsarlığa teslim olmayanlar öne çıkmalı, çıkarılmalı.
Bu, hem sosyalistlerin mücadele içerisindeki militanlarının, partisinin, örgütünün yakın tarihimizdeki hafızasının ortaya konması, hem yukarda isimlerini andığım kitaplar gibi okuyucuyu heyecanlandırması, bilinçlendirmesi, dayanışmayı güçlendirmesi açısından önemlidir düşüncesindeyim. Tabi, sosyalist partilerin bu çalışmalara önem vermesi, değerlendirmesi de beklenendir, gerekendir.
Meral Bekar’ı okurken o dönemin yoldaşları, arkadaşları olarak kendimi, kendimizi içinde buluyoruz kitabın.
Hele şimdiki gençler… Bizler o yakın dönem tarihinin içinde var olan gençlerdik. Okumalıyız Birikir damla damlayı. Şimdinin gençleri ise mutlaka okumalı; yakın devrimci tarih, varoluş, yalnızca Meral’ın nezdinde gelişim, direniş değil, o geçmiş şimdiyle karşılaştırılmalı, tartışılmalı, mücadeleye sıkı sıkıya sarılınmalıdır. 1970’lerin, 80’lerin dünyası, Türkiye, devrimci sosyalistlere saldırılar, komplolar, karakollar, işkenceler, ölümler ölümler, cezaevleri… Her koşulda da Meral hocamdan gördüğümüz, okuduğumuz, bildiğimiz direnişler, kararlılık, yiğitlik… Her biçimde yoldaşlık, dostluk, özveri, açlık, tokluk… İşte kitaptaki içeriklerden bir kısmı.
Şimdi de var, biliyorum ama okunmalı, o sıcaklık, dayanışma, yoldaşlık ruhu daha sıkı duyumsanmalı düşüncesindeyim.
Okumalı. Öğrenilmeli. Uygulanmalı.
Bu elbette işçi sınıfı partisinin, sosyalist partilerin içinde, çevresinde daha gelişir. Elbette işçi sınıfı partisinin, partilerin kabuklarını kırarak tümünü değerlendirme, kucaklama, genişliğini yaratmasına da bağlıdır.
Victor Hugo’nun Sefiller’ini liseden sonra bir daha okuduğum şu günlerde edindim kitabı.
Sefiller, “çağına tanıklık ediyor” diye de öne çıkarılıyordu. Elbette doğruydu, elbette çağının Fransa’sını, özellikle Paris yönetimiyle o sokakları, yoksulları, yoksullukları, kişi tahlilleriyle anlatması, yazması önemliydi, enteresandı. Dünya klasiklerine girmesi boşa değildi. Okunulması gerekirdi.
Yine elbette ne kıyaslama ne birbirine benzetme niyetim yok.
1- (2 ise kendimce üçüncü değerlendirme yazımda olacak.)
Meral Bekar’ın kitabı stil farkıyla kendine özgü üslubuyla çağının bir dönemini en iyi, açık anlatanlardan bir çalışma. Üstelik döneminin dünya siyasal analiziyle ülkesinin siyasal yapısıyla içi anlatan, çok yönlü bir çalışma.
Tarihleriyle, yazarın rahat yazımı, içten anlatımıyla sıkılmadan okunabilecek bir kitap.
“Yazmak gerek diye başladım işe” diyerek, “… bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm mücadelesinin … “sağ sol çatışması” klişesi ve ezberi ile değersizleştirilmeye çalışılmasını hala kabullenemiyorum. “ tümceleriyle oynatmaya başlıyor kalemini.
1952’de, bir köylünün ihbarıyla sürgüne yollandığı Köy Enstitü’lü babasının Bingöl Genç’e ulaşmasının gecesi doğuyor yazarımız Meral Bekar.
1921’de Mustafa Suphi’yle yoldaşlarının öldürülmesi, 1927, 1951 tevkifatlarında yıllarca süren devrimci sosyalist avını işlerken, 6-7 Eylül olaylarında bir söyleşide M. Remzi Sancak’ın, tüm Rum, Süryani, Ermeni, Musevi dükkanlarına, evlerine dalışlarını anlatması açık açık anlatılıyor Birikir damla damlada.
1956’da babası Mehmet Emiralioğlu Ankara’ya döndürülür. Ancak kısa süre sonra bu kez Çorum’a sürülür. “Devrimlere Bekçi” adlı aylık, bazen haftalık gazeteyi çıkarmaktadır baba. Anne Mediha Emiralioğlu sahibi görünürken Remzi İnanç Yazı İşleri Müdürü’dür. 1960 askeri darbesinden sonra dönebilir Ankara’ya.
Bu yıllar okuyucunun kendi çocukluğunu anımsatan, Meral hocanın yeteneklerinin aldığı ev içi eğitimlerle açığa çıktığı yıllardır.
Artık ilk kez bir şiir okuyarak katıldığı Ankara Radyosu’nun bir yıl sonra ikinci sınavını da kazanarak radyonun elemanı olarak başladığı yıllara evrilir yaşam. Ortaokulda her gün okul çıkışı ses kayıtları için gidilir gelinir.
Yakın tarihimizde öyle olaylar, gelişimler var ki, hepsinin canlı tanığı olarak yazar Meral. 6. Filo defoldan kanlı pazara, TÖS’ün büyük öğretmenler boykotuna değin konulara değinir, gözlemlerini aktarır. Siyasi tartışmalar, THKO’nun, THKP-C’nin kuruluş süreçleri tartışmaları döneminde üniversiteye başlangıcında Denizlerin yanında yer alışını belirterek sürdürür yazımını.
TRT’de “pofla Paf” oyununda Paf, 1977-78’de “Idıkla Bıdık” oyununda Bıdık’tır. Bu ara TRT’de film seslendirmesi sürüyordur. Meral’ın seslendirme ustalığı boşa değildir. Aileden aldığıyla gerek üniversite, gerek televizyon pratiğiyle aldığı dersler sağlam bir altyapı oluşturmuştur. Öyle ki Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak “uzman yardımcısı” görevinde mesai bitiminde diksiyon kurslarında eğitmenlik yapmaktadır. Çocukluktan başlayarak çok iş yapmıştır, çok alınteri akıttığı gibi yazdıklarında okuyoruz ki düşün emekçiliğiyle hiç boş kalmamıştır.
Mahirler, Denizler ölümüne dayanışma içerisindedir. “Ser verip sır vermeyen yiğit İbrahim Kaypakkaya’nın işkencede parçalanmış cesedi babası tarafından bir tabut içinde hamalla taşınmaktadır. O yılları, 12 Mart 1971 Darbesi bölümünde anlatır yazarımız.
Erkek kardeşi ODTÜ çıkışında sırtından vurulmuştur jandarma ateşinde. Neyse ki kürek kemiğinin altını delip çıkan kurşunla ölmemiştir.
İlk uzun değerlendirme yazımın silinmesinden sonra daha dikkatli, yumuşak, alıntılara girmeden daha kısa yazıyorum şimdi. Çok da uzatmayayım. Oku okut, her bölüm kendi içinde tutarlı, detaylı, illa okunmalı bir kitap diyorum şimdilik.
Ustalardan alıntılarla tartıştığımız yılları anımsatırken yazarımız, şimdi bile çoğumuz o yılların alıntılarıyla ayakta kalabilmiş diyorum. İyi ki yaşamışız o dönemleri.
1979 1 Mayıs faaliyetlerinde “Yaşasın 1 Mayıs Halkın Kurtuluşu” imzalı afişi yapıştırırken yakalanıp on günlük ilk Mamak Cezaevi deneyiminin ardından “Açığa alınan öğretmenlerimizin görevine iade edilmesini istiyoruz” talebiyle yapılan öğrenci eyleminde okulun güvenlik güçlerince ablukasının ardından kafası gözü yarılanları pansumanlarken yüzü aşkın öğrencisiyle gözaltına alınır, Mamak’a gönderilir, tutukludur artık.
Necdet Adalı’yla Erdal Eren, komün yaşamı, direniş, kafesler içinde bile bambaşka bir mücadele başlamıştır şimdi. Kızı üç yaşını geçmiştir. Hayat arkadaşı Tayfun’un özverili, sabırlı günleriyle Meral’ıyla yoldaşça destek ilişkileri daha yoğun başlamıştır. Bu hayranlıkla okunacak bölümlerdendir. Annesiyle babasının sıcak kucakları dayanışmanın uç örneklerindendir, her zaman özlenecek sıcacık kolları, gülüşleri, Tayfun’la birlikte, olması gereken şahane örneklerdendir.
Sayfa 88’de Gaz bombaları başlığıyla devam eden Birikir damla damla kitabı değerlidir, illa okunmalıdır diyerek iyice kısalttığım bu yazımı bitiriyorum.
Çoğumuz Kızıl Kayalar’ı, Haydari Kampı’nı okumuşuzdur. Okudukça şaşırmış, kızmış, “vay be neler olmuş dünyada!” demişiz, oralardaki direnişleri saygıyla anmış, bilenmişizdir. Peki ülkemizde nasıldı, işkenceleriyle direnişleriyle Mamak Cezaevi, Emniyet Sarayları, Diyarbakır Zindanları nasıldı?
Okuyun… Diyarbakır’ı da Meral’ın anlattığı Mamak’ı da okuyun.
Birikir damla damlada Mamak’ın yanı sıra emniyetin işkencelerini, öncesinde sonrasında sürdüğü gibi devlet baskısını, işkencehanelerini tüyleriniz diken diken olarak içinizde hissedeceksiniz. Özellikle uzun Mamak bölümüyle, yakalanmaları, tutuklanmalarıyla ilgili neler yazmış yazarımız, okuyalım, 1980 Mayıs ayıdır:
“… çatıdaki askerleri izliyorduk ki itfaiye hortumları görüldü birden. Basınçlı su sıkmaya başladılar avluya, iki koldan. Sokulduk birbirimize ve çömelip kol kola girdik. … Kimi zaman sırtımıza kimi zaman başımıza çarpan basınçlı su, keskin darbelerle sersem ediyor, sarsılıyor, dalgalanıyor insan öbeği. Suları bitmiş olmalı. Tam şöyle bir soluklanacaktık ki bu kez de şimdiye değin hiç tanışmadığımız bir silahla karşılaştık. Her biri yoğun gri beyaz dumanlar çıkaran kalınca boru gibi şeyler. Sekiz on tane birden atılmıştı çatıdan. Her biri fıslayarak kusuyor zehirli gazını.
Derken müthiş bir gürültü koptu avluda. “Allahallahallahallah” nidalarıyla çınlıyor avlu. Neyin nereden geldiğini daha anlayamadan, üstümüze komandolar atlamaya başladı. Meğer çatıda siperde bekletiliyormuş bunlar. …”
28 Ağustos 1980’dir.
“… Havalandırma avlusunu çeviren duvarların üstünde silahlı askerler görünmeye başladı. … Ya mahkumlara çevrilmiş uzun namlulu silahlar?
Çok geçmeden ellerinde coplarla mangalarca asker doluştu avluya, başlarında subaylar. … Bir saat kadar geçti. …
Aldıkları emirle birlikte, ansızın hayvani sesler çıkararak hep bir ağızdan bağırarak saldırdı komandolar. …
Vahşi, iğrenç bir saldırının naraları yankılanıyor. … Tüm bunları bastıran bir uğultu duyuyorum şimdi de. Boğuk. Kısık. … Bir koğuş dolusu insanın soluğu bu. Çiğnenen. Postallar altında. Palaskalarla kırbaçlanan insanların acılı soluğundaki yankısı bu. Off! Nasıl anlatmalı ki. İnleyen canların soluğu bu. Çiğnenen, çiğnenen. Zıplıyorlar üzerlerinde. Tepiniyorlar. Palaskalar. Coplar. Postallar. Çiğnenen insan bedenleri, çiğnenen insanlık. İnsana zulümün sesi bu. Vahşetin insan soluğundaki yankısı. Uğulduyor avlu, avlu duvarları. Hüseyin Gazi Dağı, dağdaki ağaçlar, her şey, her şey acıyla inliyor sanki.
…
Epey sonra, bir komutla güçlükle kalktı yamyassı olmuş bedenler. Hayvani çığlıklar, kalkıp kalkıp inen coplar altında bina içine sürülüyorlar şimdi de. Palaskalar hep aynı acımasızlık ve kıyıcılıkla iniyor tepelerine. …
Ardından falaka sesleri. …
Bu operasyondan sonra neredeyse bütün haklarımız elimizden alındığı gibi, “ameli eğitim”, “nazari eğitim” ve “yemek duası” “er statüsü” gibi askeri kışla uygulamalarının da yolu açılmış oldu. … ama tutuklular erlere de komutanım demek zorunda. Gün boyu, günün yirmi dört saatini kapsayan sistematik işkence dönemi başladı. Erdal Eren ve diğer erkek arkadaşlarla da görüşemiyoruz artık. …
On beş gün sonra da, 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası. Karanlık erken çökmüştü mapushaneye. Silindir şapkalı, sırıtkan ve katil suratıyla.
… “
Bu alıntılarım yalnızca küçük, küçücük örnekler. Onlarca olay, işkence var ki gerek yazarın, gerekse diğer devrimcilerin tek tek, topluca üzerlerinde uygulanan öyle yöntemler var ki illa okuyun önerisindeyim. Onun için kısa kısa alıntılıyorum kitaptan. En önemlisi ise tüm faşist baskılara, işkencelere karşın, özellikle Mamaklı kadınların bilinçle umutla, birbirine güvenle olan direnişi ki şu anda bile yazılan, dillere destan olaylardır.
İşkence Merkezi “DAL”
“… Tabi gözlerim bağlı yine. Yine duvara diktiler. Bu kez sırtıma bir kâğıt da tutturdular. …” Sigara, yemek, tuvalet yasak” yazıyormuş. …”
“İki elimi kayış gibi bir şeyle bağlayıp bileklerimden, bir sandalyenin üzerine çıkardılar. Duvarla tavanın birleştiği yerde bir metal boru var anlaşılan, bağladılar yukardaki boruya ve çektiler sandalyeyi. …
Bir süre sonra vücudumu çekemez hale geldi koltuk altlarım. İnsanın içini kıyan bir his bu. …”
O kadar çok işkence örneği var ki askeri cunta döneminde polisiyle askeriyle öyle çirkin uygulamalar var ki, Birikir damla damlada okuyabiliyoruz hepsini. Kötülük- Kötülüğe direnen, İşkence- İşkenceyi yenen, Baskı- Baskıya teslim olmayanlarla her olay birbirine bağlı, ancak durum değiştirerek, bir aradaki zıtların karşılıklı mücadelesiyle gücüyle ilerliyor. Hep bir birikim, sonuçta gelişenin, gelişecek olanın kazanacağı bir mücadele.
*
Yazarımız Meral Bekar anı romanını yazarken, Mamak’tan çıktıktan sonra duyabildiği Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananları anımsıyor. On dokuz yaşında girdiği Diyarbakır’da gir çık’ların neticesinde şu anda bile içerde olan iki dönem milletvekilliği, parti, belediye başkanlığı yapmış Gültan Kışanak’ın o yaşlardaki bir anısını aktarıyor.
“Diyarbakır Cezaevi Müdürü Esat Oktay Yıldıran vardı. Bir gün bizim kadınlar koğuşuna girdi. Herkes ayağa kalktı ben kalkmadım. Sırf bu gerekçeyle beni köpeği Co’nun kulübesine tıktırdı. Köpeğinin bile kalmak istemediği, pislik içinde, küçücük bir kulübeydi bu. Bir gün değil, iki gün değil, bir ay değil, iki ay değil, tam altı ay orada kaldım. Nefes almanın bile zor olduğu o kulübede bana her gün dayak attılar, her gün işkence yaptılar. “
Tabi bu kadar değil. Kitapta daha iç kararmasıyla, aynı Kızıl Kayalar gibi devrimcilerin gözaltlarında, cezaevlerinde yaşadıklarını, direnişi, mücadeleyi, her koşulda devrimcilerin yeteneğini okuyacaksınız. Ama umut hep taze kalacak, içiniz karalıkları atacak sonunda.
OKU, OKUT…
Ahmet Sefa