Bodrum’da bulunmanın ilk ve en önemli amacı denize girmektir. Günümüzde denize girmek için artık hangi sahile hangi plaja gitsek acaba diye plan yapmak zorunda kalıyoruz ve bunun için de ekstra zaman ve para harcamanız gerekiyor. Denize sıfır site ya da konutlarda oturanlar protokolde yer kapmış ayrıcalığı yaşasalar da Bodrum geneline baktığımızda konutların çoğunluğundan denize ulaşabilmek için bir vasıtaya binmek ya da uzun mesafeli yürümek gerekiyor.
Sahiller işgal altında olduğundan kafana göre takılamıyorsun. Her plajın ayrı statüsü ve ücreti oluştu. Belediye plajları hariç Bodrum’un meşhur plajlarına yakın konaklıyor ya da orada yaşıyorsanız ve eskisi gibi özgürce denize girme alışkanlığınız varsa plajın sakin saatlerini şezlongların daha seyrek olan yerlerini seçerek gider alel acele denize girer, plaj garsonlarına yakalanmadan çıkar evinize dönersiniz. Kendi kasabanda kendi mahallende tamamı sana ait olan sahilde gönlünce eğlenmek yerine; çekinerek, sığıntı psikolojisi ya da para ödeyerek faydalanmak devrine evrildik.
Bunlara benzer yığınla görsel var…. Haydi gel de şimdi eski yaşamı arama. “Eski yaşamımız” tanımlamasını çok kullanır olduk çünkü yenisi ile çok farklı. Neredeyse hiç benzerlik yok gibi.
Biliyorsunuz eskiden korsanlar ve adalardaki eşkıyalar kıyı kentlerine denizden baskınlar yapıp zararlar veriyorlardı. Bu nedenle ani baskınlar yememek ve gizlenmek için Bodrum merkezi hariç tüm yerleşimleri kıyılara uzak ve denizden görünmeyecek gizlilikte ancak kıyıları ve denizi gözetler konumlarda kurmuşlar. Kıyılardaki verimli topraklarda da tarım yapıyorlardı. Denizi gören kıyıdan uzak 20 kadar bu köylerde yaşayanlar da denize girerlerdi. Hem denize girmeye hem hayvanlarını yıkamaya hem de tarım yapmaya gittiği en yakın sahiline de “Yalı” dediler. Sandima Yalısı(Yalıkavak), Bitez Yalısı(Bitez), Çiftlik Yalısı(YALI), Müskebi (Ortakent) Yalısı, (YAHŞİ)gibi. Kendilerini emniyette hissetmeleri için kıyılara uzak durduklarından denize girmek için mecburen biraz yürümeleri gerekiyordu.
Biz Bodrum merkezde yaşayanlar denize sıfır konumlandığımızdan denize girmek gündemimizde ya da kafamızda herhangi bir düşünceyi gerektiren yer işgal etmezdi. Ya; çok sıcakladım işe ara vereyim gidip biraz denizde girip serinleyeyim ya da içgüdüsel bir hareketle mayo giyilir, sahile gidip denize istenilen formatta girilirdi. İster evin önünden ister öbür mahallenin filanca iskelesinden.
Yaz aylarında tüm esnafın öğle 12 ile 15 saatleri arası zorunlu siesta molası vardı. Herkes dükkânını kapatır evine giderdi. Önce ailece denize girme ritüeli gerçekleştirilir, sonra ailece yemek yenir ve ardından ailece öğle kestirmesi yapılarak tekrar dükkânlar açılırdı. Biz çocuklar da bu siesta saatini özlemle bekler anneyle babayla birlikte denize girmenin zevkini çıkarırdık.
Biz çocuklar tatil dönemi, yani yaz aylarında hepten çılgınca denize girerdik. Ortaokul çağlarına gelen bilhassa erkek çocuklara, genellikle bir sanat erbabının yanında ya da babanın iş yerinde çıraklık yapma devri başlatılırdı. İşte bu çalışma devri denize girme özgürlüğü ya da serbestliğine biraz sekte vursa da genellikle dayak yemeyi göze alıp işten kaytarır doya doya denize girerdik.
Deniz bizim hem oyun hem yaşamı kurguladığımız alanımızdı. Biz çocuklar için denize girmek sadece suya girip serinleme amacı taşımazdı; orası bizim oyun sahamız idi, tıpkı futbol oynamak için gerekli olan futbol sahası gibi. Denizde oynanabilecek tüm oyun ve aktiviteleri biz kendimiz icat ederdik. Bunların en önemlisi ve günün çoğunluğunu oluşturan iskelelerden denize stilli atlama eğlencemiz idi hem eğlenir hem de seyirci buldukça coşar gösteriye dönüştürürdük.
Sahilimizdeki bütün iskeleler bizim oyun sahamız idi. İskeleleri çok yoğun kullandığımızda iskele sahipleri ara sıra kızsa da marifetli ya da komik şekillerde denize atlama figürleri sergilediğimiz denize atlama seanslarımıza mâni olmazlardı. Sahilde bulunan her iskeleden atlama zevkini tadardık. Bizim bu iskele üzerinde koşarak marifetli ya da esprili atlayışlarımız sahilde denize girenlerce tebessümle seyredilirdi. Bolca sakarlıklarımızın yanı sıra küçük kazalarımız da olurdu.
O gün uygun gördüğümüz, seyirci bolluğu da olan Ziraatçı Yalçın Amca’nın sandalını bağladığı mütevazi dar ve kısa iskelesinden koşarak denize atlama stillerimizi sergiliyoruz. İskelenin en derin yeri bizim göğüs hizasında, ancak maharetli ve ileriye sıçrayarak atladığımızdan derinliği çok önemsemiyoruz.
Sıra bizim Hasan’a geldi. Babası Arap amcanın “sacayağı” diye adlandırdığı bizim üçlü sıkı arkadaşlık üyesi Hasan Arslanseren. İskele üzerinde koştu ve havaya sıçrayıp denize dikey atlama figürünü yaptı ve suya dikey bir pozisyonda girdi ancak ayakları suya batmadı. Sanki denizde amuda kalkmış bir pozisyonda kaldı. Bizler bu ilginç görüntüye gülerken, Hasan devrilip suda dikildi ve sağ koluyla sol kolunu tutmuş “Aliyyyy… Aliyyyy… Aliyyyy” nidalarıyla yarı ağlar, yarı inler bir şekilde kıyıya doğru koşmaya başladı. Kolu bilekle dirsek arasından kırılmıştı ve bu gözle görünür şekilde belli oluyordu. Bizler şaşkınlık içinde donup kalmıştık ki, seyirciler arasında mahalle abilerimizden, sonraki zamanlarda Bodrum Belediye Başkanlığı da yapmış olan Mazlum Ağan, Hasan’ı aldığı gibi doktora koşturdular. Hasan kolu alçıda ertesi günden itibaren yine bizimle birlikteydi. Kolunun alçıda olması denize girmesine engel olmuyordu. Kolunun ıslanmayacağı derinliğe kadar denizin içindeydi. Biz çocukların oyunlar oynamasına ve gönlünce denize girmesine kimse engel koyamazdı. Zaten hiç kimse de engellemeyi aklına bile getirmedi.
Neredeyse 80 darbesine kadar Bodrum’da yaşam güvenliğinde bir terslik olmadığından rahattık. Hele 70’li yılların ortalarına kadar izin almamıza bile gerek kalmadan geceyi dışarıda geçirmemiz ailelerde bir endişeye yol açmadığı gibi “bu gece biz yalı gıyında yatcez” diyerek evden bir battaniye alıp çıkardık. “tamam oğlum” onayı doğal olarak gelirdi ve bilirlerdi ki biz üç arkadaş birlikte ve güvendeydik. Gözünü sevdiğimin yılları denir ya aynen öyle.
Bizim sabit olan üçlü grubumuza çok arkadaşımız girdi çıktı bunlardan birisi de mahalle arkadaşımız “Solti” lakaplı Muammer. Ortaokulu birlikte okuduk, kerata benden daha zekiydi. O zamanların 1 numaralı Lisesi, İzmir Atatürk Lisesine kabul edilmiş ve babası kaydını yaptırmıştı. Bodrum’da yaşamından hoşnut olan birinin başka bir kentte yaşaması çok zordur. “NETEKİM” Muammer de ortama uyum sağlamada zorluk çekmesi nedeniyle okulu bırakıp geri gelmişti. Okumayan adam mecburen bir mesleğe çırak verilirdi. Muammer de tekne yapımcılarının yanına çırak verilmişti, muhtemelen çırak olacağı mesleği de kendi seçmiştir çünkü çok inat bir adamdı. 1.90 boylarında, gençlik yaşlarında “Sırık”, yaş aldıkça “İri Kıyım” cüssesiyle “Solti” ye bu lakabı kendisi koymuştu ve çok da sever öyle anılmak isterdi. Bizler haricinde kimsenin ona Muammer demesini istemez “Benim adım Solti” diye bağırarak itiraz eder ağzından küfür eksik olmazdı.
Muammer okul, sınıf ve mahalle arkadaşımız olduğundan doğal olarak akşamları birlikte takılırdık. Yıllar içinde çok sevdiği babasını kaybetmesi, ardından sevdiği kızdan yüz bulamaması nedeniyle bunalım takılmaya başlamış, maddi konuda bizden daha bağımsız ve olanaklı durumdaydı. İçtikçe dertlenir dertlendikçe içerdi. Bizim engelleme girişimlerimiz işe yaramazdı. Elinden şişeyi aldığımızda hiç şaşmaz sinirlenir, gider daha büyük bir şişeyle geri gelirdi.
Bizim yalıgıyı’nda yattığımız yıllar da Solti Muammer’in henüz alkole başladığı yıllardı. Solti Paşatarlası’ndaki tersanede çırak olarak çalışıyordu. Bizler “bu gece yalı gıyında yatcez” deyip bir yastık ve bir battaniyeyi sırtladığımızda doğruca Paşatarlası’ndaki bu tersane sahiline giderdik.
Tersanenin sahilinde çakıllar üzerine serdiğimiz tekne örtü brandasının üzerinde uyurduk. Buna uyumak denemez elbet. Sabaha dek birbirine takılarak, muhabbet, gırgır, şamata ve kahkahalarla sabaha karşı bayılır, henüz yeni dalmışken güneşle birlikte kalkıp eve gider uykuya devam ederdik.
İşte o zamanlardan birinde Muammer yine dertlenmiş batsın bu dünya havasında, yine bir bahane ile bolca alkol aldığı bir geceydi. Gece geç vakit olmuş bizler dört arkadaş Ali, Hasan, Mehmet ve Muammer Paşatarlası tersane sahilinde yayılmış gırgır şamata yapmaktaydık. Hava oldukça sıcak olduğundan örtünmeye gerek duymadığımız gecelerden biriydi.
Gecenin ilerleyen saatlerinde sıcaktan bunalmış “ule denize girsek mi acaba” diye seslenmiştik ki bunu duyan Solti şortunu çıkarıp haaaaaaayt diye bir nara patlatıp anadan üryan denize doğru koşmuştu. Karanlık gecelerden biri idi. Muammer deniz kıyısında karanlıkta kayboldu ve ardından küüüt! diye güçlü bir çarpma sesi geldi ve ardından kesin bir sessizlik.
Bir süre birbirimize baktık donup kalmıştık. Birden başımızdan kaynar sular dökülmüş gibiydi. Muammerin koşarak denize atladığı yerde deniz seviyesinde, büyük taşlardan yığma usulü oluşturulmuş bir iskele vardı. Yığma taşlarla oluşturulan bu iskele zamanla dalga vuruşlarıyla dağılmış adeta su seviyesinde bir sığlık görünümündeydi.
Şoka girmemizin nedeni aklımıza gelen Muammerin bu kayalara balıklama atlayıp kafasını taşlara çarptığıydı. Her zaman yaptığımız gibi sahile kadar koşar ve kıyıdan denize balıklama atlardık suyun sığ olması sorun olmaz ellerimizi koyarak dibe çarpmayı önlerdik, bu konuda oldukça maharetliydik ancak orası balıklama atlanılabilecek bir yer değildi ve bu küüüt sesinin başka türlü bir izahı da yoktu. Üçümüzde de aynı senaryo devredeydi.
Şoku atlattıktan sonra gidip Muammere bakmamız gerekiyordu ancak o cesareti bulmak zordu. Kanlar içinde kafası patlamış biriyle karşılaşacağımız kesin gibiydi. Üstelik küüüt sesinden sonra da ses kesilmiş çıt çıkmıyordu.
Ben gidemem sen git…
Yok yok beni kan tutar ben bakamam sen git…
Topu birbirimize atıp duruyoruz. Zaman önemli adamı kurtaracaksak bir an önce harekete geçmemiz lazım, gerçi ne yapacağımızı da bilmiyoruz; ambulans olmayan zamanlar, olsa ne gezer, kim nasıl çağıracak, bir şey olmuşsa karga tulumba taşıyacağız.
Neyse çekişmenin sonu gelmeyeceğini anladığım için ve de ısrarlara dayanamayıp “tamam len ben gidiyom” diyerek üstümü çıkarıp kısa pantolonu indirdim donla kaldım. Ve denize doğru gidiyorum, ama kalbim yerinden fırlayacak nerdeyse. Kıyıya geldim kimse yok. Denizdedir herhalde diye devam ettim belime kadar girdim hâlâ kimse yok denizin üzerini süzüyorum bir şey görebilir miyim diye. Gece ay yok, zifiri karanlık, etrafta pek fazla ışık yok, tersanede bir direkte ışık var oda dibini zor aydınlatıyor.
İlerde daha derinde bir yansıma görür gibi oldum kıyıdan gelen ışığın yüze vuran yansımasını andırıyordu. Bir cesaret yürümeye devam ettim, yürüdüğüm yer kumsal neredeyse göğüs hizasına kadar yürüdüm. Evet orada biri var gibi ancak garip sesler duyuyorum kalbim yerinden fırladı fırlayacak, ilerledim artık neredeyse omuz hizasında sudayım artık Muammer’e elimi uzatıp tutacak yakınlıktayım ancak ne olduğunu anlamaya çalışıyorum nefesimi tuttum ve dikkat kesildim…
Evet gelen sesler bir horlama…
Muammer denizde sırtüstü yatmış horul horul uyuyor. Düşünüyorum bu adam ölmüş olsa nasıl horlayabilir diye, birden bir gülme tuttu beni, sevincimden, sinirimden, şaşkınlıktan, kızgınlıktan hıçkıra hıçkıra gülüyorum.
Tuttum Muammeri su yüzeyinde yüzen bir kütük misali kıyıya çekiyorum hem garip sesler çıkararak gülüyor hem de “ule bu uyuyooooo” diye de kıyıdakilere rapor veriyorum. Bir elimle de kafasında yarık var mı diye yokluyorum. Adamda hiçbir şey yok şişlik bile yok. Soruyorum “ulen bu nasıl oldu” diye. Hem gülüyor hem de şarkı söylüyordu. Bildiği bir ya da iki Türk Sanat Müziği şarkılarından biriydi. Zaten bir mısrasını bilir onu söyler dururdu.
Hayatımda ilk ve son kez donla denize girme hadisem budur.
O gece bize uyku haramdı. Sabahı nasıl ettik hatırlamıyorum. Herhalde sabah erkenden gidip Ömer Amcanın Şalvarağa fırınından ilk çıkan sıcak ekmeklerden alıp yiye yiye evin yolunu tutmuşuzdur.
Eski Bodrum yaşamımızın yenisi ile benzerliği bile kalmadı.
Saygılarımla. Ali Dizdar