İlk yazıda bir miktar bürokrasi ve silahlı bürokrasi ile bu topraklarda ki militarizmin köklerini ve ülke orijinalitesini tartıştım. Ülkenin daha derinlerine sinmiş bir başka gerçek daha vardır; Bezirganlık-Derebeylik. Biraz sonra daha derinlemesine ele alacağım gibi antik tarihte sınıf, şimdilerde zümre olan bu güruh, yüzyıllar boyunca köylüyü hem gütmüş hem sömürmüş hem de ideolojisine ortak etmiş bir güruhtur. Daha sonra derebeyliğe dönen, toplumun üstünde bir zeytinyağı gibi yaşayan bezirganlığın bir miktar tarihine girersem daha anlaşılır olacaktır.
Hikayemiz esasen Sümer’de başlar. Tarihteki ilk kentleri kurarak Kent uygarlığına giren Sümerler, ilk önce komün halindeydiler. Tarımı yeni keşfetmişlerdi ve her şeyi ortak üretip, eşit üleşiyorlardı. Tarihteki ilk büyük çaplı kolektif tarımı onlar yapmaya başlamışlardı. İhtiyaçtan fazla olan ürünler şehrin tam orta yerine kurulu tapınakta toplanırdı. Sümer kentlerinin dışında dağınık şekilde yaşayan “barbarlar” (anlamı yabancı demektir ) vardı. Özellikle Van gölünden Kafkaslara kadar uzanan bölgede yaşayan Arap halkları. Bunlarla ticaret yapmak, daha doğrusu değiş tokuş yapmak için şehirde tarlada çalışamayan, çoğu engelli kişilerden, buralarda değiş tokuş yapmak için insanlar seçilirdi. Bunlara “Damgara” adı verildi. Damgaralar şehir adına ticaret yapıyor ve ihtiyaç olan kereste, hayvan derisi vs. gibi şeyleri kent için “Barbarlardan” temin ediyorlardı. Tarih sınıflı yaşama, sınıflı topluma doğru ilerliyordu. Tarımdaki iş gücü ihtiyacı nedeniyle dışardaki halklardan yakalanıp getirilen kişiler köleleştirilmişlerdi ve tarlalarda çalıştırılıyorlardı. Yani zaten özgür insan-köle insan ayırdı başlamış, toplum ve komün çoktan bozulmaya başlamıştı. İşte bu ortamda Damgaralar kent adına yaptıkları ticaretten hırsızlık yapmaya, kamu varlığını cebe indirmeye başladılar. Tarih ilk kez ticaretten zengin olan bezirganlarla tanışmış oldu. Zamanla (bu zamanlar elbette yüzyıllarla ölçülüyor) bezirganlar, tefecilik yolundan toprakları da ele geçirdiler, derebey oldular. Bu işi normalleştirecek, kabul edilebilir hale koyacak ideolojilerde hemen yaratıldı. Bunlar uygarlık dinleri olarak, kent dinleri olarak doğdu. Bu dinler sonradan tek tanrılı dinlere de kaynaklık etti. Kısa özet olarak Bezirganlık buydu ve böyle doğmuştu. Sonrasında 7.500 yıllık tarih boyunca insanlık bunlardan hiç kurtulamadı. Bu yüzden 2022 yılında bile böyle bir güruhun temsilcilerinden ve gerçekliğinden söz etmek zorunda kalıyoruz.
Bezirganlığın özelliği, geleneksel toplumun (köylülüğün hakim olduğu toplumun) zeytinyağı gibi üzerinde durmasıdır. Köylülük burada mağdur kitledir, bezirganlar tarafından hem sömürülmekte hem de güdülmektedir. Bezirganlar aynı zamanda tefecilik de yaparlar. Tefecilik yolundan köylülerin toprağını da gasp ettiklerinden aynı zamanda derebeyidirler. Günümüzde bunlar irticacı dediğimiz köy, kasaba, belde eşrafını karşılarlar. Şimdilerde çoğunlukla Anadolu’da eşraf-ayan takımı diye söz edilen güruhtur. Çoğu benzin istasyonu, distribütör, galeri, beyaz eşya bayii vs. gibi görünüşte işler yaparlar. Aynı zamanda büyük çaplı toprak sahibidirler. Emperyalizmin ve büyük şehirlerde mukim büyük tekellerin din-tarım toplumuna, köylülüğün bağrına uzanan kollarıdırlar. Hem kendileri sömürücüdürler hem de daha büyük sömürgenlerin aracılığını yaparlar. Esasen Kapitalizmin normal gelişiminde bunlardan eser kalmazdı. Fakat Türkiye Prusya tipi kapitalist gelişim tutturduğundan (yavaş ve sürüne sürüne) bu güruhu temizleyecek yerde onunla işbirliği yapmıştır. Zaten bizim “burjuvalarımız” bunlardan devlet eliyle devşirilmiştir.
Böylesi etkin bir kitlenin siyasi temsilcileri bol bol her tarafta bulunur. Köylülükten kurtulmadığımız sürece bunlardan kurtulmamız söz konusu değildir. Çünkü köylüler bezirganlığın hem mağduru hem de taşıyıcısıdırlar. Özellikle kendini din haline koymuş bezirgan ideolojinin taşıyıcısıdırlar. Bu ideoloji skolastik bir ideolojidir. Modern çağ öncesi bir ideolojidir. Kapalı bir yaşamın ürettiği Dünya’ya tek pencereden bakılmasına yol açan, Dünya’yı keskin kalıplarla bölen, çoğu kes gerçekliğin ötesine, aşkın bir Dünya’ya taşıyan, basit yargılamalara dayanan, tek boyutlu bir ideolojidir. Dogmatik ve skolastiktir. Bezirgan ideolojinin felsefesi ve hayat anlayışı budur. Gayecidir ve mistiktir.
Her çağ kendisine uygun kişilik ve karakter yaratır. Bezirganlık antik çağdan kalma bir ideolojidir. Bezirganlığın ve bezirgan ideolojinin ortaya çıkardığı insan tipi kaypak bir insan tipidir. Hani derler ya “anasını boyayıp babasına satan” adam tipi, işte o tip bezirganlığın yarattığı tiptir. Genellikle parayı gördü mü güneş görmüş kar gibi erir. Müthiş dindar olarak ortada dolaşmasına rağmen esasen dini ticaret, Allahı paradır. Her delikten sızar. Her kılığa girer. Her an her yerde “takiyye” yapar. Örneğin modernitenin en büyük düşmanı olmasına rağmen gider onunla işbirliği yapar ve hatta “modernliğin” taklidini bile yapar. Fırsatını bulduğu zaman üstündeki postu atar ve gerçek kimliğine ulaşır.
Bezirganlık nasıl bir siyaset ister? Tüm köylülerde göreceğiniz gibi öncelikle lider kültü ister. Hem otorite ister hem de otorite düşmanıdır. Köy kahvelerinde bunu hep duyarsınız; yumruğunu masaya vuracak, herkese kafa tutacak ve otoritesini tesis etmek için gerektiğinde meydanda birkaç kişiyi sallandıracak “lider” ister. Bunu yapamayan siyasetçi beş para etmez. Demek ki bezirganlığın ve taşıyıcısı köylülüğün ilk kendini ortaya koyuşu Despotizmdir. Batıda bezirganlık temizlendiği ve köylülük nüfusun çok küçük bir kısmına indirgendiği için artık bu iş çoğunlukla doğuya hastır. Bu yüzden ben ona “Şark Despotizmi” diyorum. Bu kavram ilk kez Weber tarafından dile getirilmişti. Biraz oryantalist yan var ama o kadar olacak tabii. Ne de olsa Weber modernitenin temsilcisidir.
Diğer yandan doğuya has despotizmin daha derin kökleri toprak mülkiyetinin kendisinden kaynaklanır. Batıda oynak mülkiyet söz konusu iken, doğuda toprak mülkiyeti despotik olmuştur. Böylesi bir ekonomik temelin üzerinde despotik ideolojilerin, sistemlerin, rejimlerin gelişmesi tesadüf değildir. Bu mesele çok önemli olmakla birlikte bu makalenin boyutunu aşar. Şimdilik ekonomik ve tarihsel temelin bilinmesi bakımından yeterlidir.
Bezirganlığın “bezirgan pragmatizmi” denilen, siyasetine de yansıyan bir günlük yaşam pratiği vardır. Bunu Fetullahçı cemaatçiler dergilerinin adı olarak kullanmış ve “sızıntı” adını vermişlerdi. Bezirganlık gerçekten bir “sızıntı”dır. Son derece esnek ve her kalıba girecek kertede pragmatisttir ve her delikten sızar. Zorlu bir durumla karşılaştığında siner ve sabırla bekler, duruma ayak uydurmak üzere “takiyye” yapar. Sureti haktan görünür. Çıkıp üstüne tepinsen gıkı çıkmaz. Sürekli alttan güreşen pehlivan pragmatizmi sergiler. Kuvvetli olana ağam-paşam şeklinde tapınmak ana karakteridir. “Köylünün baş belası ayrık otundan beterdir. Tuttunuz mu kopuverir, ama kökü derinde kalmıştır. Bir köşeye atarsınız, kuruyup gebermiş sanırsınız, ekininize suyu verdiniz mi toprağın ilk bereketini yutup yayılan odur”. Güçsüzken böyledir. Ama siz onu birde gücü ele geçirdiğinde görmelisiniz. Zalimlerin zalimi olur. Halkın başına ali kesen baş kesen olup çıkar. Hemen despotizme girişir. Bizim topraklarımızda bu pratiğin en az 4-5 bin yıllık bir geçmişi vardır.
Uzun uzun bu pratiği ve ideolojiyi anlatmamdaki maksat, AKP adlı bezirgan hareketin özelliğini ortaya koymak içindir. Hatırlanacağı gibi AKP iktidara ilk geldiğinde birdenbire “demokrat” kesilmişti. Hatta bu toprakların bezirganlarını tanımaktan uzak, sade suya teori döktüren liberalleri bile, AKP’yi ve onun liderini demokrat zannetmişler, ülkeye demokrasi getireceğine inanmışlardı. Pek fena kandırıldıklarını daha sonra anladılar ve çoğu ait oldukları yere Avrupa’ya gittiler. Bir kısmı da pek saf olduğundan hapis bile yattılar. AKP’nin bezirganlığını Altan kardeşler gibiler “militarizm” karşıtlığı filan zannettiler. Oysa antik tarih hayaleti olan hortlaklar, yine tarihten gelen asker etkisini ve gücünü kırmak için kimi buldularsa onu kandırmakla ve alttan güreşmekle meşguldüler. Bezirganlığın taşıyıcısı durumunda olan köyden kentlere gelen yığınları da arkasına alarak kısa zamanda bu hortlaklar devlet gücünü ele geçirdiler. Bu arada soğuk savaş artığı mekanizmalardan kurtulmak isteyen Batı’da askerlere karşı bu harekete destek verdi. Hatta onlarda bunları pek tanımadıklarından tüm yakın doğuda yatırım yaptılar. Kısa zamanda işlerine yaramayacağını anlayınca biri Mısır’da, diğerleri Tunus ve Türkiye’de olmak üzere üç darbeye kalkıştılar ve Türkiye hariç diğer ikisinde başarılı oldular.
Antik tarih hayaleti ve modernite düşmanı olan bu hareket, nasıl oldu da daha sonra “Derin Devletle” yani silahlı bürokrasi ile anlaştı, işbirliği yaptı? Modernite’nin temsilcisi askerlerle, yeminli modernite düşmanları nasıl oldu da bir araya geldi? Acaba gerçekten bir araya geldi mi, yoksa askerlerin kaybıyla sonuçlanan bir kapışma mı oldu? Bu soruların yanıtlarını verebilmek için yakın tarih mücadelelerine bakmamız gerekir. Hem de çatışan her iki taraf açısından. Önce askerlerin durumundan başlayalım.
Yazının ilk bölümünde anıldığı gibi, Türkiye’de uluslaşma hareketi, burjuva devrimi askerlerin öncülüğünde gerçekleşti. Fakat daha savaş kazanılıp ulus devlet inşa edilirken askerlerin hemen dibinde bezirganlar vardı. Atatürk’ün yanı başında olan Celal Bayar, binlerce yılın hayaleti olan bezirganların-derebeylerin temsilcisi olarak hemen oracıkda hazır bekliyordu. Binlerce yılın pratiği ile Atatürk’ü kısa zamanda etkisizleştirmeyi başardılar. Onu “Ruhul Kudüs” (Kutsal ruh, temiz ebedi ruh) olarak göklere çıkarırken, onun ayaklarını yerden kestiler. (Halktan ve yaptığı devrimden kopardılar) O her şeyi idare ettiğini, “tek adam” olduğunu sanırken esasen bezirganlar alttan güreşle her şeyi idare ediyorlardı. Antik tarihte 7500 yıl boyunca bezirganlar, derebeyiler barbar fatihlere bunu yaparak muazzam bir kültür (alttan güreşmeyi pratikleştiren rezil bir kültür) geliştirmişlerdi. Bunu neredeyse doğuştan biliyorlardı. Sonrasında iki egemen zümre doğdu. Bezirganların-Derebeylerin ve daha sonra Finans-Kapital olarak ortaya çıkan gücün temsilcileri ve diğer egemen zümre olarak askerler. Bunlar onlarca yıl boyunca tahterevalli oynadılar. Askerler güçlerini devletçilikten ve modernitenin geleneklerinden, emperyalizmin güvenlik temsilciliğinden ve kurucu liderlikten alıyorlardı. Ama diğer sivillerde günlük yaşam pratiklerini idare ediyorlardı. Zaman zaman (10 yılda bir) çukura düşüp askerler tarafından çıkarılan ve iki egemen zümrenin sahnede bulunduğu bir demokrasi tahterevallisi yaşandı. AKP’nin gece gündüz sürekli olarak söylediği “Askeri vesayet” buydu. Fakat aradan 100 yıl geçmişti. Finans-Kapital iyice palazlanmış, Türkiye kör-topal sanayileşmesini geliştirmişti. Zaten askeri vesayetin durdurduğu “özelleştirmelerin” yapılabilmesi için askerlerin etkisinin azaltılması gerekiyordu. Finans-Kapital aç kurt gibi KİT’leri (Kamu İktisadi Teşekkülleri) istiyordu. Üstelik soğuk savaş da sona ermişti. Bu sayede AKP haraç mezat KİT’leri sattı. Böylece “Devletçilik” halısı askerin altından çekilmiş oldu. İktisadi temel yıkılmıştı. Sıra etkili bir saldırı yapılmasına gelmişti. İşte tam burada Fetullahçıların (Amerikan ajanlarının) ve AKP’nin işbirliği ile “Ergenekon” saldırısına başladılar. Ortaya ünlü “Ergenekon” ,“Balyoz” “Casusluk” vs. gibi davalar çıktı. Bir sürü asker içeri atıldı. Tabuta son çivi çakılmıştı.
Tüm bu gelişmeler olurken, tüm “İslamcılar” ve Finans-Kapital sivilleri ve güçleri birlikte haraket ediyorlardı. Fakat bunlar da yekpare bir grup değildi. Köylü İslamcılığı, Şehirli İslamcılığı, bezirgan İslamcılığı, Amerikan İslamcılığı, yoksulların İslamcılığı vb. gibi kendi içinde de gruplaşmalar vardı. Örneğin Amerika komünizmle mücadele dernekleri kurdurduğu Fetullahı mahalle imamlığından kainat imamlığına kadar terfi ettirmiş ve onun adamlarını devletin her köşesine (elbette orduya da) yerleştirmişti. Amerika, yakın doğuda önce yatırım yaptığı sonrasında tasfiyesine giriştiği “Müslüman kardeşler” in devamı olan AKP’yi kendi adamları aracılığıyla tasfiye etmek üzere harekete geçirmek üzereyken, bizim asıl oğlanlar aniden tehlikeyi sezip yüzlerce yıllık düşmanlarıyla bir araya gelmek üzere daha önce harekete geçti.
Böylece davalarda “Ergenekon” diye bir örgütün bulunmadığı noktasına gelindi. Tüm askerler salındı. Yeni zımni, kısa vadeli bir anlaşma gerçekleşiyordu. Bezirganlar ve Kemalist askerler hem Fetöcüleri hem de Kürtleri dövmek üzere bir anlaşmaya gittiler. Bu anlaşma ilişki yaratmak şeklinde gerçekleşti. Oturup iki gizli örgüt anlaşması şeklinde değil, yeni ilişki kalıpları üzerinden gelişen bir durumdu. “Düşmanımın düşmanı dostumdur” şeklinde özetlenecek bir durum, bir anlaşma. Bu anlaşma sayesinde ordu içindeki darbeci Kemalistlere ve Fetöcülere “gel gel” yapıldı. Açıkça tuzak kuruldu. Bu tuzağın kurulabilmesi bu anlaşmanın ürünüdür. 15 Temmuz Bezirganlarla birlikte, Ordu ve Gizli servis operasyonudur. Amerikan ajanları tasfiye edilmiştir. Ancak bu işten tam karlı çıkan “bizim oğlanlar” yani birkaç 1000 yıllık bezirganlar oldu. Hemen inşa etmekte oldukları şark despotizmini takviye ettiler ve şimdi bulunduğumuz noktaya geldik. Devlet dininin asıl temsilcisi olan MHP bu işin bir tarafında durduğu sürece durum böyledir. Şu an geldiğimiz noktada Batı’nın yönetimi tasfiye etmek istediği çok açık. Tüm para kanalları kapalı. İçeri tek kuruş girmiyor. Batı bir bütün olarak yönetimi darbeyle değil, seçimle tasfiye etmek niyetinde gibi görünüyor. İzleyip göreceğiz.