Bodrum merkezi doğuda son mahalle Kumbahçe, batıda Mindos kapısı ile sınırlı idi. Günümüzde sınır mınır kalmadı koyverdik gitti.
Doğudaki sınırı çizen Kumbahçe Mahallesi ile boş bir arazi olan “Paşatarlası” dediğimiz arsa arasında bir patika yol vardı. Yol daha sonra gelişe gelişe şimdiki Zeki Müren Müzesi olan evinin de bulunduğu ZEKİ MÜREN CADDESİ oldu.
O zamanlarda var olan, sonra üzerine otel yapılan içinden küçük bir Rum mezarlığı da olan bizim Manastır dediğimiz yukarılardaki Şapel’e kadar giden bu sınır gibi olan patika yol kenarında otururan ailelerden biri küçük çapta hayvancılık yapardı. Evlerine bitişik küçük bir ağılları vardı. Hayvancılıkla uğraşan bu ailenin de hayvanlarla ilgilenen oğulları “Ekrem”vardı. Bizler çocuk, “Ekrem” ergen yaştaydı ancak Paşatarlası’nda maç yaptığımız zamanlar ara sıra bizimle top oynamaya gelirdi.
O zamanların olmazsa olmazı bu ağılı bekleyen de bir Anadolu çoban köpeği vardı ki KANGAL ya da AKBAŞ cinsi idi ancak türünün tüm iriliğini almıştı. Bu köpeğe, hep Ekrem’le beraber gördüğümüz için Ekrem’in köpeği derdik. Biz mi küçük idik köpek mi çok iri idi, biz çocuklara devasa bir boyutta görünür bahsi geçtiğinde anlatırken “EŞŞEK KADAR” diyerek heyecanlanırdık.
Ekrem’in köpeği bazen bizim Kumbahçe Mahallesi’nde yolda gezinirken görünürdü. Sahibini mi arıyor yoksa gezintiye mi çıktığını bilemeyiz ama biz mahallenin çocukları köpeği görür görmez büyük bir heyecana kapılır, birinin fişeklemesiyle köpeğe savaş ilan ederdik. Henüz ilkokulu yarılamış mahallenin sekiz on çocuğu taşlarla sopalarla köpeğe saldırınca garibim köpek kaçacak delik arar sokak aralarına dalardı. Geri dönüp bir kere havlasa tahminen hepimiz altımıza yapardık, ancak köpeğin insanlara bir garezi yoktu ve kimseye de saldırmışlığı olmamıştı.
Yine böyle mahallede gördüğümüz Ekrem’in köpeğine, kim önderlik etti bilmiyorum yine savaş ilan ettik ve ellerimize geçirdiğimiz sopalarla köpeği kovalamaya başladık. Bizler savaşçı birer asker elimizdeki o sopalar da kılıca dönüşmüştü. Taşlanan ve arkasında koşan 7-8 çocuktan ürken köpek sokaktan sokağa kaçarken kovalamaca bizim okulda son buldu.
Bizim okul Kumbahçe Mahallesindeki Atatürk İlkokulu, Kumbahçe Deresi ile Azmak deresi arasında, Azmak Deresinin denize ulaşmaya 50 metre kalmış kenarında bir arsada yapılmış okulumuz. Bu dereler arası yakındır 60-70 metre civarında bir mesafeleri vardır. Bu iki dere arasında bizim okul, okulun arkasında birkaç ev ve yanında bir bolk evler mevcut idi.
Kovalamaca okulun arkasında son buldu. Orada köpeği kaybettik. Pek peşinden gitmeye de maçamız yemedi. Çünkü okulun arkasında iki çıkmaz sokak var. Köpekle burun buruna gelmeyi kimse istemediğinden, köpeğin kaybolmasına sevinmiş ve kaçmasını galibiyet bilerek zaferle evlere dağıldık. Öğle vaktiydi, yemek zamanı herkes yemeğe gitti.
Bizim kirada oturduğumuz ev de okula yakın Kumbahçe Deresi sınırında, Artemis Otel’in hemen arkasında. Artemis Otel’in denize mesafesi 15 metre, sağ yanı dere sol yanı bizim eve giden dar çıkmaz sokak. Dereye paralel olan bu dar çıkmaz sokağın dereyle arasında bir geçiş var, otelin bittiği yerde küçük nereyse 10×10 ebatlarında bir evlik boş bir sahanlık misali bir alan. Kolayımıza geldiğinden de eve gidiş gelişleri genellikle dereden ve bu boş sahanlıktan yapardık. Okul ile evimiz arasında bir blok evler ve bu dere var. Deremizin kenarlarında içerilere doğru yan yan bitişik 4-5 ev var evlerden sonra büyük bahçeleri olan evler başlıyor.
Ekrem’in köpeğini okul civarında kaybettikten sonra zaferle geri dönen savaşçı misali eve yemeğe gidiyorum. Ev de zaten yakındı hemen dereye daldım ve o sahanlıktan geçip sokaktan eve gireceğim. Tam sahanlığa girmek üzereydim ki sahanlığın ortasında tüm heybetiyle oturmuş bana bakan Ekrem’in köpeğini gördüm.
Ahaaa! Şimdi teke tekiz göreyim seni der gibi miydi yoksa bana sevecen gözüyle merhaba mı diyordu; artık pek bir önemi kalmamıştı. Sahanlığın bir köşesinde ben ortasında Ekremin köpeği öylece donmuş birbirimize bakarken, köpek yerinden kalkıp bana doğru hamle yapmasıyla ben can havliyle dereden içeriye doğru koştum ve kaçarken omuzlarımdan belime doğru inen iki pati hissettim o kadar. Bende yine filim koptu
Daha sonra ayıldığımda annem ve komşular başımda yüzüme kolonya sürüp ayıltmaya çalışıyorlar bir avuç da nar tanesi yedirmeye uğraşıyorlardı. Bayılanlara ekşi iyi gelirmiş. Ayılıp kendime geldiğimde olayın şokuyla hem ağlıyor hem de “öldürücem o köpeği” diye efeleniyordum. Birkaç arkadaşını gören fason kabadayının hasmına dayılanması misali beni zor tutuyorlardı. “Tamam tamam önce şu narları ye sonra gidersin dediler”.
Ben kaçarken benim çığrınmama annem ve komşular evden fırlamış, köpek de bu çığrınmama bir anlam verememiş ve etraftaki koşuşturmadan ürküp kaçmıştı. Köpek tahminen benimle oynamak istemiş ve hamle yapmıştı, ancak benim savaş durumunda teyakkuzda olduğumu anlayamamıştı. O sahanlıktan her geçişimde köpekle bakıştığımız o sahne gözümün önüne gelir, ürperirdim. Köpeğe yaptığımız gereksiz zulmün ve onca çocuğun vebalini benim yaşamış olmam aklıma gelirdi. Ne yapalım arkadaş hatırına çiğ tavuk bile yenirmiş.
Büyüklerimiz çocuklar düşe kalka büyür diyerek geçirdiğimiz sokak kazaları konusunda pek fazla telaş etmezler, yolda yürürken ya da herhangi bir nedenle düşen, yere kapaklanan çocuklara ufaktan kalkmasına yardım etse de ağlamasın diye “BÜYÜDÜN, BÜYÜDÜN” diye teselli verirlerdi. Büyüdüğümü söylediklerine göre düşmenin vardır bir kerameti diye yerden kalkıp, yiğitliğe bok sürdürmeden, üstümüzü silkeleyip sıyrıklarımıza üfleye üfleye yolumuza devam ederdik.
Kumbahçe Mahallesi sahil yolu doğuya doğru son bulduktan sonra dar bir sokak benzeri yokuş bir yol devam eder. Bu yokuş yukarı çıkılan sokağın deniz tarafı yani sağ tarafında yokuş boyunca Rumlardan kalma malikanenin insan boyu yüksekliğindeki duvarı, sol tarafında da eski Rum evleri vardı. Yokuş bitince bir sahanlık misali bir kavşağa çıkılıp sola sapılırsa patika yoldan (günümüzün Zeki Müren Caddesi) yokuş yukarı Manastır dediğimiz SAPEL’e gidilir. Sola sapmaz düz giderseniz yokuş aşağıya Paşatarlası sahiline inersiniz.
Bu dar yokuştan çıkılan kavşak biz çocukların oyun alanlarımızdan biriydi. O zamanlar oralar tenha idi, birkaç ev vardı yarısı da viran haldeydi. Buralara mübadele ile gelen Giritlileri yerleştirmişlerdi ve zor şartlar altında yaşıyorlardı. Verilen evlerin hepsi mükemmel değildi. Gelenlerin çoğunluğunun maddi olanakları zayıftı ve kazanç elde etmekte sıkıntılı günler yaşıyorlardı. Bazı aileler verilen hasarlı evlerde uzun süre mecburen mevcut haliyle oturuyorlardı.
Fotoğrafta da görülen malikane olarak andığım bu büyük ev eskiden Kilise imiş. Depremle yıkılmış, yeniden yapmak istemişler ancak bilmediğimiz bir nedenle yarım bırakmışlar ve başka yere yeni bir Kilise yapmışlar. Bu bina daha sonra İtalyan isgal kuvvetleri komutanına ev olarak hizmet vermiş derken mübadele sonrası göçmen bir aileye verilmiş ya da satın almışlar. Girit’ten gelen göçmen aile burada uzun yıllar oturdu sonra burayı pansiyon haline dönüştürdü sonra kiraya verdi, bir süre Hotel Halikarnas olarak işletildi ve en son uzun yıllar Halikarnas Disko namıyla çalıştırıldı.
Bu eski Kilise o zamanlar konut olarak kullanılıyor. Etrafında ev azlığı nedeniyle o kavşak bir tepe ve bir boğaz niteliğindeydi. Kış aylarında sıklıkla esen güneydoğu (keşişleme) yani Paşatarlası’ndan Bodrum’a doğru esen rüzgâr sağnaklar halinde orada hız kazanır daha kuvvetli eserdi. Oradaki boğaz “NOZUL ETKİSİ” yaratırdı. “NOZUL” Yangın söndürmek için kullanılan, hortumdan gelen suyu hızlandırmak için geniş girişi, dar çıkışı olan su yönlendirme aparatı.
Biz de burada kuvvetlenen keşişleme rüzgarının itme kuvvetinden yararlanarak tepeden Kumbahçe yönünde yani yokuş aşağıya havaya zıplar rüzgârın itmesiyle az buçuk uçuyor hissine kapılır, üç-dört adım öteye uzun atlama yapmış gibi koşar adım düşerdik.
Kuvvetli sağanak rüzgâr beklenir tam geldiğinde sırtını rüzgâra verip kollar yana açılır, yelkenler fora zıplayıp üç-dört adım ileriye ayaklarımızın üzerine düşüyoruz, yeni yetme kuş yavrularının yuvadan uçma girişimi misali zıplayıp duruyoruz. Sokakta oynarken genellikle kalabalık çocuk grupları oluştururduk. Mekân hep beraber uçmamıza uygun olmadığından ikişer üçer gruplar halinde tepeden aşağıya yarı uçan yarı koşan çocuklar geri gelip pozisyon alana kadar diğerleri zıplıyor derken, sıra bendeydi. Kollarımı açtım sağanağı bekliyorum, rüzgâr kuvvetlendi, beni iteklemeye başladı, uçma kıvamına geldiğinde zıpladım ancak sonrasını hatırlamıyorum yine benim film koptu.
Kumbahçe Sahil yolunun bittiği ve bu bizin uçtuğumuzu zannettiğimiz tepeye çıkan dar yokuşa varmadan önceki ve Mahallemizin en meşhur sokağı “TARLA SOKAK” girişi sağ köşesinde arkadaşımız Adnan Kıvrak’ların evi vardı. Babası, kapının önünde küçük alçak bir masa arkasında oturur ayakkabı tamir ederdi. Dükkân açacak gücü yoktu. Tarla Sokağı’na meşhur diyorum çünkü mübadeleyle ve sonrasında gelen Giritli göçmenlerin yerleştirildiği ve evlerin konumu nedeniyle en yoğun ikamet ettikleri sokak. Burası, Girit’te ve İstanköy (Kos) Adası’nda yaşadıkları ortama ve geleneklerine en yakınını yansıttıkları, yaşattıkları ve yaşadıkları mahalleridir.
Uyandığımda Adnan’ların evinde Adnan’ın annesi ve arkadaşlar etrafımda toplaşmış, yüzüme pansuman yapıyorlardı. Burun deliklerime pamuk tıkamışlar, kolonya ile yüzümdeki kanları siliyorlardı. Neyse serde gençlik var kalktım, iyiyim dedim. Evden çıktım, burnumdaki pamukları çıkarıp sokak başındaki belediye çeşmesinde elimi yüzümü yıkadım. Herkesin neşesi kaçmış ve oyun sona ermişti. Yüzüm ağrıyordu ama yiğitliğe bok sürdürmüyorum, doğruca eve gittim. Annem şaşırdı ne oldu sana diye. Bir şeyim yok düştüm dedim. Düştüysem sorun yoktu nasıl olsa büyüyorum hesabı. Aynaya baktım ki; yüzüm, gözüm, ağzım, burnum şişmişti. Birkaç gün çektim sıkıntısını.
Ben havaya sıçradığımda öyle bir rüzgâr esmiş ki beni kaldırıp yerden yere vurmuştu. Benimle birlikte zıplayan diğer arkadaşlar da zor durumda kalmışlar ancak onlar evin duvarına yakın uçtuklarından duvara yapışıp kurtulmuşlardı. Beni yine kollardan bacaklardan tutup Adnan’ların evine taşımışlar. Burnum kanıyormuş. Adnan’ın annesi başta olmak üzere, burnumu tıkayıp yüzüme dağılan kanları temizlemişler, kolonya ile de ayıltmaya çalışıyorlarmış. Vücudumda kırık çıkık olmaması çocuk bedenin elastikiyet kabiliyeti nedeniyle adeta mucizeydi ancak yüzümü koruyamamışım.
Hazarfen Ahmet Çelebi kadar uçamasak da çocuk aklımızla az buçuk havalanıyorduk ancak bir daha uçma girişiminde bulunmaktan vazgeçmiştim. Yerde kalmak daha emniyetli idi.
Masallardan bir şeyler öğrenmek gerek, kurbağanın öküze benzeme çabası hayatına mal olmuştu.
Sağlıcakla kalın. Saygılarımla. Ali DİZDAR