Bodrum Kumbahçe Mahallemiz eski Bodrum’un Rum mahallesi “MÜBADELE” ile giden Rum vatandaşların yerine gelen Giritli göçmenlerin yerleştirildiği mahalle ben bu mahallede büyüdüğüm için hikayelerimin çoğunluğuna konu olan mekanım.
Mahallemizde, üç fırın vardı. Emin SIR ağabeyin fırını, İspita’nın fırını, “İSPİTA” aile lakabı Giritlicede “KIVILCIM” anlamı taşır. Ve Ömer amcanın fırınına herkes Şalvarağa Fırını derdi. “ŞALVARAĞA” aile lakapları, soyadları Karabak olan ailenin dedelerinden miras kalan lakapları aynı zamanda da unvanları idi. Bodrum’un neredeyse tüm ailelerinin bir lakapları olurdu kişiler ad soyad ile pek tanınmaz lakapları sayesinde tanınır ve hatırlanırdı.
Herkes evine en yakın olan fırından alışveriş ederdi. Şalvarağa Fırını’da bize en yakın olan fırın, Kumbahçe sahilinde ARTEMİS OTEL’in yanı başındaydı. Fırıncı Ömer amca (Ömer KARABAK) asabi bir adamdı. Ekmek istemeye korkardık. Genellikle ekmek satışını yanında çalışan Hakkı Usta ya da oğulları yapardı. Anneler babalar biz çocukları ekmek almaya gönderirken, ekmek alda gel PİŞGEN (iyi pişmiş) olsun derlerdi. Ömer amcadan pişgenekmek istemek büyük cesaret isterdi. Gaflete gelip öyle bir söz söyleyecek olursan fesuphanallah çeker, ters ters bakar, “Oğlum Ali pişmeyen ekmek olur mu? Sana bunu kim söylediyse ona söyle, benim canımı sıkmasın” diye haşlanırdık. Bazen birine sinirlenmiş, fırının içinde sinirli sinirli söylenirken görürdüm ve ekmek istemeye çekinir öylece vitrinin bir köşesinde beklerdim. Beni öyle çekingen bir vaziyette görünce “ne istiyorsan söyle” diye de bağırır kızardı. Her durumda azarı yerdim.
Eskiden evlerde elektrikli fırınlarımız yoktu, zaten doğru düzgün elektrik de yoktu. Olanaklarımız artıp elektrikli fırınlara kavuştuğumuz günlerde de ekmek fırınında pişenin lezzetini arar olmuştuk. En çok da bayram günleri fırında pişecek yemekler, börekler, tatlılar, halka (Giritlilerin yaptığı yuvarlak şekil verilen bir çeşit sert kek), incir kavurma ya da yağlı kâğıtta ahtapot olduğunda, öğleden sonra ekmek çıkmadığı zamanlarda fırına götürür pişirtirdik. Pişecek yemek ya da börekleri götürüp getirmek biz çocuklara ait olduğundan Ömer amca ile mücadele de bize kalırdı. Evden ne zaman alacağımızı sormamızı isterler ya da halka pişecekse bir an önce yemek için ne zaman pişeceğini merak ederek Ömer amcaya sormak gafletinde bulunurduk. Yine o sert ve ters bakışını sallar “Oğlum Ali, ne zaman pişerse o zaman alırsın” diye terslerdi, kös kös geri dönerdik.
Ömer amcanın kız çocuğu olmadı. Dört oğlunun en büyüğü “Mustafa” esmer tenli olduğundan “GARA MUSTO” derdik. Mahallemizin çocuk topluluğunun elebaşısı idi. Benden bir yaş büyüktü ve boy pos olarak da hayli büyüktü. Çabuk serpilmiş iri bir çocuk olması avantajını da kullanıp lider, karar verici, oyun seçici, hakem, yönlendirici görevlerini kapardı. Genellikle Mustafa’nın istediği oyunu oynar ya da etkinliği yapardık. Oynanacak oyunun kurallarını, takımları, nerede nasıl oynanacağını, futbol maçında tartışmalı pozisyonun sonucunu o saptardı. Bizler top oynarken hakem kullanmazdık, çoğunluğun gördüğü doğru olurdu.
Yüzmeyi yeni yeni öğrendiğim 5-6 civarı yaşlardayım. Yüzmeyi biliyorum görüntüsü veriyorum. Ayağımın yere değdiği seviyede en çok köpekçe yüzmeyi öğrendim, köpekçem iyi de kulaç atmayı tam beceremiyordum, kulaç atıyorum ancak arda bir ayağımı yere vurarak su yüzeyinde kalmayı sağlıyorum. Mustafa; “Hadi gidelim limanda yüzelim” dedi. “Tamam” dedik takıldık peşine gittik. 5-6 kişiyiz. Bizi götürdü fenerin başına, “Karşıya geçeceğiz” dedi. Yani liman girişindeki iki fener arasını yüzerek geçeceğiz. Kale tarafındaki mendireğin ucundaki yeşil çakar fenerden karşı kırmızı çakar fenere gidip geleceğiz. Tamam da bu mesafe bana Manş Denizini geçmek gibi bir şey. Mustafa onu da düşünmüş ki, yanına büyükçe bir tahta almış “Yorulan buna tutunur” diyordu. Hayır demek olasılığı yok. Korkaklıktan başlayıp “yüzme bilmiyon mu sen” alayına alınma riskini göze alamayız.
Neyse hep beraber atladık suya şapada şupada gidiyoruz. Benim bir elim tahtada köpekçe yüzmekteyim. Liman ağzı olduğu için akıntı da var. Mustafa’nın yüzmesi iyi olduğu için, akıntı bizi alıp götürmesin diye tahtanın bir ucundan tutuyor. Korku heyecan karışık zar zor yarı yola geldik. Herkes de benim gibi korkmuş ve yorulmuş olmalı ki, herkesten “dönelim” sesi gelince mecbur döndük. Tahtaya tutuna tutuna sefer sona erdi, ancak nefes nefese ve korkudan perişan olmuştum. İlk defa derin suda yüzmüştüm. Allahtan o zamanlar tekne sayımız çok azdı, limana giren çıkan tekne olmamıştı da deniz kazasına uğramamıştık.
Mustafa’nın başımızı derde sokma fikirleri asla tükenmezdi. Bir gün yine; “Haydi arkadaşlar kök yemeye gidiyoruz” dedi. Kök dediğimiz lahana kökü, herkes gibi biz çocuklar da çok severdik kenar kabuklarını sıyırır ortasını yerdik. Neyse takıldık yine Mustafa’nın peşine, götürdü bizi Kumbahçe Deresi’nin ta içlerinde bir bahçeye. O zamanlar yerleşimler kıyı şeridinde içerlikte kalan arsaların nerdeyse tamamı tarla bahçe pozisyonunda. Ve yağmurda dere akmadığı zamanlar dereler yol olarak kullanılırdı. Dere yatağının her iki kenarı dere tabanından bir buçuk iki metre yüksekte bahçeler ile doludur.
Epeyce kalabalık bir çocuk grubuyuz bahçeye daldık. Lahanalar kesilmiş, kökleri duruyor. Lahanaların köklerini söküp söküp kucaklarımızı doldurduk. Kaçıyorken, bahçe sahibi bizi görmüş arkamızdan kovaladı ancak bizi tutabilmesi mümkün değil. Bahçe sahibi çoğumuzu tanımış elbette, babalarımıza şikâyet etmiş tarlamı talan ettiler diye. Ertesi gün, “BEN YOKTUM” mazereti pek çalışmadı. Epeyce bir azar yemiştim babamdan, dayak yemeden kurtulduğuma dua etmiştim.
Mahalle çocuklarının topluca yaptıkları buna benzer seferleri olurdu. Dutlar olunca dut yemeye, çağla badem zamanı çağla yemeye, narlar olunca nar yemeye, erik zamanı erik yemeye, mandalina zamanı mandalina yemeye. Tüm mahalle çocukları hep birlikte gidince bahçeye çekirge sürüsü girmiş gibi olurdu. Bereket versin o zamanlar ürün bol, alıcısı kıt olduğu zamanlar. Ürün sahibinin canı pek fazla yanmazdı.
Kimseye zararı olmayan seferlerimiz de olurdu. Ekşi ot toplama seferi. Ekşi ot, yonca bitkisinin çiçek açtığı sarı çiçek sapı. Limon gibi ekşi olur, çiçeğiyle birlikte yerdik. Bol gübre verildiği için daha çok mandalina ağaçlarının altında olur. Bahçe sahibinden izin isteyip toplardık. Genellikle çok fazla yerdik, dişler kamaşır akşam yemek yiyemezdik.
Bir de “DAĞ ELMASI” seferimiz vardı. Dağ elması bilinen adıyla “ADAÇAYI” bitkisinin meyvesidir, adaçayına yerelde “DAĞ ELMASI” deriz. O nedenledir ki adaçayı bitkisinden elde edilen yağın ismi “ELMA YAĞI” dır. Soğuk algınlığı, karın ağrısı, sırt ve göğüs ağrılarında çok kullanılırdı. Karnım ağrıyor dedin mi, göbek deliğine elma yağı sürerlerdi. Bitkilerden elde edilen yağ satıcıları, kolunda, elde ettikleri yağları taşıdıkları sepetiyle ya da camekanlı küçük sandığıyla mahalle mahalle, sokak sokak “elma yağı, nane yağı, kekik yağı, hayıt yağı” diye bağıra bağıra gezer ihtiyacı olana küçük şişelerde satarlardı. Nerdeyse her evde bu yağlardan küçük bir şişe bulunurdu.
Mevsimi geldiğinde mahallenin bütün çocukları toplanıp, DAĞ ELAMSI’nın bol olduğunu bildiğimiz dağ tepelerine ya da yamaçlarına sefer yapardık. Yaprağıyla aynı renkte olan ve en iri meyvesi yeşil erik büyüklüğünde olur irili ufaklı toplar hafif kadifemsi dış kabuğunu da dişimizle sıyırır içini yerdik. Dış kabuğunu dişimizle sıyırma nedeniyle ağzımızın içi mavi mürekkeple gargara yapmış gibi boyanırdı. Bodrum’un meşhur kafelerinde ilaç diye üç beş yaprağını suya daldırıp şifa bulmaya çalıştığımız adaçayının özü olan meyvesini avuç avuç yiyen biz çocuklar elbette grip, nezle olmazdık.
Mustafa ile maceralarımız çoktu. Yaklaşık 10-11 yaşlarındayız dağlarda “HARPÇİLİK” oynuyoruz. Ben Mustafa’nın takımındayım. Genellikle onun takımında olurdum, hem akrabaydık hem de beni kollardı arkadaşlığımız sıkıydı. Dağlarda adam kovalıyoruz. Sinsice yaklaşıp, tahtadan yaptığımız tabancayı doğrultup “DIKŞIN DIKŞIN” diye ateş ettik mi rakip ölüyor ve biz kazanıyoruz. Günümüzde turizmin getirdiği göçlerle yeni mahalle haline gelen dağlık arazi Akçabük Mahallesi’ndeki taksi durağının olduğu yerlerde oynuyoruz. O zaman her yer dağ taş. Yüksek bir kayalık grup oluşum var, genellikle orada saklanılıyor diye Mustafa ile ikimiz kayalıkların tepelerinde bir bu kayadan bir o kayaya atlayarak gizlenenleri bulmaya çalışıyoruz. Mustafa benden uzun ve iri, o önde ben arkada. O atlıyor arkasından ben atlıyorum, ancak atlanır mı atlanmaz mı diye düşünmüyorum. Otomatiğe almışım Mustafa sıçrıyor arkasından ben sıçrıyorum derken, yine Mustafa sıçradı ardından ben de sıçradım ama bir anda bende film koptu.
Eskiden sinemalarımızda büyük makaralara sarılmış film şeritlerinin büyük film makinelerinden geçişi ile film oynatılırdı. Film şeritleri bazen makinenin çekiştirmesinden ya da daha önceki ek yerinden kopar bir anda sahne bembeyaz olurdu. Ya da film sıkışır şerit kaymaz, sahne durur ve ışığın ısısından film şeridi ve de dolayısıyla görüntü kavrularak yanmaya başlardı. Yaşamakta olduğumuz film hikâyesi bıçakla kesilmiş gibi sona erer, film yeniden başlayana kadar ara verilmiş olurdu. Hele heyecanlı bir sahne ise hiç hoş olmazdı. Makinist bazen dalgın olur bazen de uyur kalır fark etmez, çabuk müdahale etmez de makineyi durdurmazsa ya uzun süre beyaz bir sahne ya da film yanma görüntüleri seyreden seyirciler illaki “FİLİM KOPTUUUUU” diye bağırırdı. Üstelik makinisti de tanıdığımızdan “EFECİM FİLİM KOPTUUUU” diye bağırırdık. Makinistimizin lakabı “EFECİM” idi.
Uyandığımda iki kişi kollarımdan, iki kişide bacaklarımdan kaldırmış beni Bodrum’a doğru götürüyorlardı. Uyandığımı görünce “aaaa uyandı” diye sevinip beni bıraktılar. Bir garip bakıyorlardı “iyi misin” dediler “evet iyiyim” dedim ve kalkıp onlarla beraber yürümeye devam ettim. Kollarımda ve yüzümde birkaç önemsiz çizik vardı o kadar. Ama neler oldu hatırlamıyorum.
Mustafa sıçrayıp karşı kayaya ermişti, ancak benim ayak boyum yetmemiş kayaların arasına dört-beş metreden aşağıya düşmüştüm. Aşağısı yoğun “SAKIZDIRIK” dediğimiz yabani sakız çalılarıyla kaplı olduğundan, yumuşak düşüş yapmışım. Beni çalıların içinden alıp götürüyorlardı, ayılmadığım için de korkmuşlardı tabi. Bense buna rağmen Mustafa’ya olan güvenimi yitirmemiştim. Sıkı dostluğumuz hiç bitmedi. Bizim devrimizdemiydi bilemem ancak bizdeki dostluklar bir başladımı ölünceye kadar bozulmaz.
Haftaya devam edeceğiz, Saygılarımla, Ali DİZDAR