Seyfi Elçiboğa
Dört bin sene evvel yemyeşil olan Büyük Sahra Çölünün bugün göbeğinde suyu aşırı tuzlu üç göl bulunur. Bunların en büyüğü olan Şott Cedit’in su yüzeyinde biriken tuzlar, kalınlığı bir kaç santim ile yer yer yarım metreyi bulan bir katman oluşturur. Alçak basıncın etkisiyle kupkuru esen rüzgarlar bakır renginde, köftelik bulgur iriliğinde, camsı kum ile bu tuz katmanının yüzeyini örter. Göl civarında yaşayan köylülerce gölü geçmek için ince patikalar aranır, keşfedilir. Kimi zaman binlerce deveyi bulan kervanlar, köylü rehber eşliğinde, sırat köprüsünü andıran bu patikalardan geçer. Yolculuk esnasında lider deve yanlışlıkla patikanın dışına adımını attı mı bir anda gölün sularınca yutularak can verir. Kırılan tabakanın yüzeyindeki oyuk, kaygan tuz ve kumla öylesine hızlı kapanır ki binlerce deve, peyderpey, derinliği elli metreyi bulan gölün midesine düşer. Geride hiçbirinden kırıntı dahi kalmaz.
Ülkelerini savaş, yoksulluk ve siyasi baskılar nedeniyle terk eden göçmenlerin AB ve ABD’ye uzanan göç yolu da tıpkı Şott Cedit’in ölüm yolu kadar tehlikelidir. Ülkeler arasında hemen her durakta para ödeme, taciz ve tecavüze uğrama, gaspa uğrama, şiddet görme gibi tehlikeler yaşarlar. İnsan kaçakçılığına eşlik eden insan ticareti, göçmenleri borçlandıran, yasadışı suça sürükleyerek sömüren ve böylece göçmenlerin yaşadığı acıyı katmerleştiren bir bela olarak süregider.
Hareket eden her canlı yer değiştirebilir. Böcekler, insanlar ve hayvanlar göçer; algler, mantarlar ve bitkiler ise yayılır. Fareler İspanyol gemilerle Amerika kıtasına taşınır, atlar Orta Asya’dan yerküreye dağılır; patates filizi Amerika kıtasından, buğday başağı Mezopotamya’dan kıtalara yayılır. Binlerce yıl önce ucu bucağı olmayan topraklarda insan için aidiyet, yiyeceğin ve suyun olduğu her yerdi. Bugün ise özel mülkiyetin üzerinde yükselen devletlerin sınırlandırdığı dünyada aidiyet bağına vatandaşlık, sınır geçkini vatansızlara göçmen, hukuki güvence alana dek göçmenlere sığınmacı, hukuki korumaya kavuşan sığınmacıya da mülteci deniyor.
Geçtiğimiz yüzyılda 1922-38/Yunanistan’dan 384 bin kişi, 1923-45/Balkanlar’dan 800 bin kişi, 1988/Irak’tan 51 bin kişi, 1989/Bulgaristan’dan 345 bin kişi, 1991/Irak’tan 467 bin kişi, 1992-98/Bosna’dan 20 bin kişi, 1999/Kosova’dan 17 bin kişi, 2001/Makedonya’dan 10 bin kişi, 2011- 2022/Suriye’den yaklaşık 3,76 milyon kişi taş devrinden beri göç yolu üzerinde yer alan Türkiye’ye göç etmiş. Bunun aksi yönünde, 1961-1973/Türkiye’den Almanya’ya 800 bin kişi misafir işçi statüsünde göç etmiş. Göçmenler ile göç edilen ülke vatandaşları arasında ortaya çıkan gerilim, iki buz dağının sürtünmesi gibi önce yabancılaşma, sonra çatışma ve nihayetinde uyum süreci boyunca devam eden benzer öykülere sahip bir travmaya dönüşür.
Tarihte Kavimler Göçü, Kartaca Savaşları göçleri, Orta Asya göçleri, Afrika’dan Amerika’ya ve Afrika’dan Avrupa’ya göçler gibi büyük göçler milyonlarca insanın yerinden yurdundan edildiği ve aynı hacimde insanın da göç esnasında can verdiği olağanüstü kitlesel olaylardı. 1951 BM Cenevre Mülteci Sözleşmesi sonrası tutulmuş kayıtlara göre dünya nüfusunun yüzde 3,6’sı, yani 285 milyon insan göçmen sayılır. Gerçekte ABD, Kanada, Türkiye ve Avustralya gibi kimi ülkelerin nüfusu, kıtalar arası göçmenlerden oluşmuş. Turkish DNA Project Grubu verilerine göre Türkiye’de tespit edilen Orta Asya genetik mirası %25-45 arası. Türkiye, ABD ve İngiltere’nin önde gelen üniversiteleri tarafından yürütülen gen çalışması sonucuna göreyse, Türk toplumu ile Balkan, Kafkas ve Ortadoğu toplumları arasında ortak genetik bileşenler belirlenmiş, İtalyan ve İspanyollar ile benzerlikler bulunmuş. Saf ırk kavramının artık bilimsel bir değeri kalmadı. Tıpkı bir din gibi, daima var olacakmış gibi görünen milliyetçilik, demokratik hoşgörü ve uyumun önünde engel. Oysa bilim ve teknolojide ilerleme kat etmeyen bir milletin yücelmeyeceği açık. Yine de Türklük kimliğine sımsıkı sarılarak milleti var edeceği yanılgısına kapılmış on milyonlarca insan var.
Bebekler üzerinde yapılmış kukla deneylerinin de kanıtladığı gibi insanlar doğuştan kendilerine benzeyenlere doğal olarak sempati duyarken kendilerine benzemeyen insanları cezalandırma eğiliminde olur. Bu kanıt, ırkçılığın insanın doğuşundan itibaren var olduğunu da gösterir. Demek istediğim şu ki evlilik yoluyla aileye eklenen gelin veya damat gibi tek tek fertlerden tutalım da işgal edilen başka ülkenin topraklarına demografik yapıyı değiştirecek biçimde yerleştirilmiş gruplara kadar her benzemez insan veya insan topluluğu yerleşik halk tarafından dışlanır. Hiçbir kalıcı göçmen çiçek demetleriyle karşılanmaz. Dün Avrupalı ırkçı Hristiyanlar, Yahudilerin domuz gibi kendi pisliğiyle beslendiğine, domuz gibi çoğaldığına ve domuz gibi kötü koktuğuna inanırdı. Bugün İsrail’de ırkçı Yahudiler Filistinli Arapların doğuştan cahil, suça yatkın ve eğitilemez, kötü kokan, pis ve sapık ruhlu olduklarına inanıyor. Irkçıların ötekine karşı suçlamaları genellikle benzerdir: pis, kötü kokan, sapık, kötü ruhlu, suça yatkın, eğitilemez… Irkçı Hindular için Müslümanlar, ırkçı Müslümanlar için Hindular, Irkçı Şialar için Sünniler, ırkçı Sünniler için Şialar ve Aleviler, Irkçı Türkler için Kürtler, Araplar ve Ermeniler, Irkçı Almanlar ve Irkçı Ermeniler için Türkler benzer söylemler sarf edilerek aşağılanır. Dün Bulgaristan’dan göçen Türklere “Domuz gibi içip domuz gibi kokuyorlar” diyenler bugün benzer söylemleri Suriyeli ve Afgan göçmenler için kullanıyor.
Anadolu’dan İstanbul’a göç edenlerin 1960’lı yıllarda barınmak için yamaçlara yaptıkları gecekondularda röportaj yapan Yaşar Kemal, taşralı göçmenlerin kentli İstanbullular tarafından hor görüldüğünü yazar. Öyle ki kentliler minibüslerde taşralılara lafla sataşır; taşralıları hamal kıyafetli, pis kokulu ve cahil olmakla suçlar; minibüslere binmemeleri yönünde telkinlerde bulunurmuş. Ben de 1998 yazında Heybeliada’da çalışırken o yıl adada turistik mekanlarda köle gibi çalıştırılan Romen ve Bulgar vatandaşlarıyla karşılaşmış, ellerinde sopayla bu insanlara amirlik yapan insan müsveddelerine bakıp hayıflanmıştım. Hakikaten çok zor şartlarda çalışan o insanlar İstanbullularca aşağılanıyor ve eziyet çekiyordu.
Yaygın inanışın aksine ırkçılık bir hastalık değil. Hastalık, organizmada meydana gelen tedavi edilebilir bir bozulma hali. Irkçılık ise BM’nin 4 Ocak 1969 tarihli 2106 sayılı sözleşmesinde belirtildiği gibi “yasayla cezalandırılacak suç” olarak ilan edilmiş. (TBMM kabul tarihi: 3.4.2002, Kanun No. 4750, Resmi Gazetede yayınlanma tarihi: 9.04.2002)
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin(BMMYK) tüm dünyada yaptığı çeşitli araştırmalara göre göçmenler yerleşik vatandaşlara oranla daha girişimci ve atak olur. Daha fazla risk alabildikleri için yeniliklere yatkın ve başarıya aç olur. Göçtükleri ülkede suç oranları genel nüfus oranının işlediği suç oranının altında kalır. Göç edenlerin bir kısmı çeşitli sebeplerle geri dönmeyeceği için hükümetlere entegrasyon politikası uygulanması tavsiye edilir. Yani, bir yandan yeni ülkenin dilini, yasalarını, kültürünü ve tarihini öğrenme ve özümsemeleri yönünde adımlar atılmalı, beri yandan kendi dil ve kültürlerini yaşayabilme olanaklarını sağlamalı. Bu açıdan bakıldığında entegrasyon birkaç nesil süren uzun ve pek karmaşık bir süreç. Mültecilerin, sağlıklı entegrasyon politikalarıyla göç ettikleri ülkenin ekonomisini kalkındırmada kaldıraç rolü oynadıkları yeni araştırmalarla belgelendi. Almanya’da uzun yıllar misafir işçi statüsünde tutulan ancak daha sonra entegrasyon politikasına tabi tutulan 3. Ve 4. Kuşak Türkiyeli göçmenlerin %90’ı Almancayı iyi konuşur, günlük hayatta herhangi bir Alman vatandaşı ile aralarında pek bir fark görülmez.