Tokat/Niksar/ Mezraa köyü, doğduğum köy.
Bilalgilin Kara Ali, çocukluğumda tanıdım kendisini. “Öte geçe”de (bizim mahalle) Haydar eminin evin de düğün var (bizim harmanın yanında). Kimin düğünü olduğunu hatırlamıyorum, çok küçüğüm. Kara Ali zurna çalıyor. Tanıyanlar biliyordur, ilk hatırlamam oradan. Haydar emminin beş oğlu var, büyüklerden biri olmalı, bir akrabalık ilişkileri de olmalı, hep zurna çalan birisi değil.
İlkokul sürecinde hiç hatırlamıyorum. Tokat Gazi Osman Paşa yatılı orta okulunu kazandım. Tokat’ta yaşıyorum, Ahmet Çoban usta ünlü Cim cim lokantasında çalışıyor. Yol kenarında camdan görüyorum, girip görüşemiyorum. Aynı dönemler de Hamza Çoban abi ile Kara Ali abi Tokat Avcılar atıcılar kulübünün lokalini işletiyorlar. Hafta sonları yanlarına uğruyorum, pilav üstü kuru fasulyelerini yiyorum.
Bu kuru fasulye pilav hep devam edecek, Niksar, Reşadiye lokantalarında, ben masaya oturur oturmaz önüme gelecek, sormaya gerek yok, adam hep aç.” Ver Şabana, gitmez yabana”. Aralar boş, ben okul peşinde, Ali abi ekmek peşinde.
Tokat macerası çok uzun sürmüyor. Niksar’da, aynı ikili lokanta işine devam, Rahmi Çoban abi ile uğruyorum, kuru pilav yine bir numara. Daha uzaklara gidiyorum üniversiteye İzmir’e, daha az geliyorum. Ali abi kültürümüze değerler katmaya devam ediyor.
Ünlü malesef hikayesi Niksar’daki lokanta da yaşanıyor. Bilmeyenler için kısaca anlatıyorum.
Köyümüzün büyüklerinden Nuri Koçyiğit ( babamın dayısı olur), bir tarla satın alır. Tarla çok taşlıdır, köylüler o taşlı tarla o parayı etmez derler. Çare yok parayı vermiştir, komşuların sataşmaları bitmez, Nuri dayı para harcamayı sevmez, savaştan gelmektedir, yokluk, yoksulluğu bilir. Bu parayı vermek çok zoruna gitmiştir, bu ruh haliyle tapu işleri için Niksar’a gider tapu işlerini halleder. Yorgun argın, karnı da acıkmıştır. Çarşı da yemek yemek için köylülerinin lokantasının yolunu tutar. Işler, güçler günde devrilmektedir. Esnaf lokantası, yemekler bitmiştir, öbür günün hazırlıkları başlamıştır. Kara Ali abi kapıda karşılar Nuri dayıyı. Nuri dayı bir masaya oturur, soluklanır, “Alim yemeklerden ne var der”, Ali abi, ” malesef Nuri dayı” der. Yorgundur, açlıktan bitmiştir, “Ver bir malesef” der. Ali abi yılların lokantacısı hiç bozuntuya vermez, gider mutfaktan kazanların diplerini sıyırarak bir tabak yemek çıkarır, Nuri dayı çabucak bitirir. Alışkın değil uzun uzadıya yemek masasında oturmaya. Çağırır Ali abiyi, “ver bir malesef daha” der, yemek hoşuna gitmiştir. Ali abi çaresiz gider mutfağa, tencereleri kazıyarak, hafif sulandırarak, zar zor bir tabak daha yapar. Nuri dayı bunu da yer, çağırır Ali abiyi, ” Alim bu malesef olmamış, öncekini tutmadı” der. Ali abi muzip bir şekilde Nuri dayıyı mutlu mesut yolcu eder ve köyün literatürüne “Ver bir malesef” sözünü armağan eder.
Aradan yıllar geçer,12 Eylül geçmiş, öğrencilik yarım kalmış, ilk yakalanmanın ardından iki buçuk ay işkence, bir ay Mamak cezaevi , ilk sorgu mahkemesinde çıkıyorum ve yine aranıyorum. Bugün ki gibi iletişim yok. Ankara bırakıyor, İzmir arıyor, haliyle doğduğun yerde hep aranıyorsun. Çaresizlik içinde yolum memlekete düşüyor, barınmak zor, kimse kabul etmiyor, selam bile vermiyor.
Yine köye gelmişim, fazla da kalamıyorum, İstanbul’a gitmek üzere babamla yola indik, o gün Niksar’ın pazarı, köylüler traktörle pazara gidiyorlar, karşılaşmamak için be Reşadiye tarafına gidiyorum. Reşadiye’de otobüs beklerken nere gidersin, yine Ali abinin lokantasına gidiyorum, durumu biliyor. Otobüs saatine kadar beklememi söylüyor, pilav üstü kuru fasulyemi veriyor, çay söylüyor.
Bir kaç saat yanında kalıyorum, otobüsle İstanbul’a gidiyorum. Uzun yıllar geçiyor, Hindistan’a arkadaşlarla gezmeye gidiyorum, yolunda dönüş babamın ölüm haberini alıyorum, yetişmek mümkün değil. On beş gün önce yanında olduğum babamın ölüm sonrası ritüellerine yetişmek üzere köyün yolunu tutuyorum. Yolda babamın amca oğlu Kazım Çoban abi arıyor, başsağlığı dilekleri sonrası “köye geçerken Niksar’a uğra hocayı götür” diyor,
Ölüm sonrası kurban kesiliyor, yemek yapılıyor, dualar okunuyor. Kazım abi sülalenin bu tür organizatörlüklerini yapar, misafiri geldiği için köye hocayı götüremeyecek, görevi bana devretti. Yolu Niksar’a çevirdim, acele ediyorum törene yetişmem lazım. Bir baktım beni bekleyen hoca Ali abi değil mi! Biraz şaşırdım, köyün hocalarından kala kala Şahin hoca kalmış, o da İstanbul’da. Neyse vardık köye yemek hazır, köylüler toplanmış, hocayı ve bizi bekliyorlar.
Yemekler yendi, hoca okumaya başladı, sonunda bir Gulüfallahü bir Elham tören bitti. Hoca’ya bahşiş adettendir, almak istemedi, cebine zorlukla sıkıştırdım.
Ali abi bu törende Yasin okumuştu, yarıya kadar okuduğunu eşim söyledi. Niksar’a evine bırakırken biraz sohbet etmiştik. Beni tanıyordu Komünist fikirlerle bu işlerin çok sargın olmadığını biliyordu. Babamın ardından komşularını mutlu etmeye çalışmıştım. Dedim “Ali abi Yasini yarım bıraktın”, güldü, “Duran’ım buraya kadar ezberledim, çalışmaya devam ediyorum” dedi. Ali abiyi zurnacı olarak, lokantacı olarak ve son hoca olarak tanıdım.
Neşeli, nüktedan, yardımsever, çok sakin, güler yüzlü bir dost, bir abi olarak hatırlayacağım. Koşullar gereği ailesi ve çocuklarının hiçbirisini tanımıyorum. Onlara sabır ve sağlık diliyorum.
Güle güle Ali abi.
Duran çoban