Öğretmenlikten beş ay önce ayrılmıştı. Yeniden öğrenci olmuştu. Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeydi. Yeniden öğrenim görüyordu. Ruh sağlığı dersinde oldukları bir gündü. Amerikalı Prof. Dr. Bayer adında bir uzman konuları anlatıyordu. Öğretmen Ertuğrul Günışık çevirmenlik yapıyordu.
İçeriye paldır, küldür dört kişinin girdiği görüldü.
Profesör şaşırmıştı. Çağrısız gelen konuklar arasından biri korku, kuşku içinde gözlerini açan profesöre sokuldu:
“-Başımızda bir iş var. Bizim köyün öğretmeni ile görüşeceğiz,” dedi.
Profesör Türkçe bilmiyordu. Çevirmenlik yapan öğretmen Ertuğrul Günışık’a döndü İngilizce olarak:
“Bunlar kim? Ne istiyorlar?” dedi.
O sırada nedense herkes Mahmut Makal’a baktı. Oysa orada bulunanların hepsi öğretmendi, köy öğretmenliğinden gelmişti. Bir an dikkat etti. O, onları tanımıştı. Kendisi için gelmişlerdi. Aradıkları oydu. Hemen ayağa kalktı. Profesörle çeviri yapan öğretmenine seslendi:
“Bizim köyden gelmişler. Aradıkları, konuşmak istedikleri benim,” dedi.
İzin aldı. Konuklarla bahçeye çıktı. Kanepelerden birine oturunca köyün muhtarı olan Emin Samur, içeride profesöre söylediklerini ona da aktardı:
“Hoca iş bildiğin gibi değil. Başımızda büyük bir iş var. Ormanda ağaç kesme yüzünden Reis halkı ile bizim köyün(Ökes)halkı birbirine girdi. İki taraftan birer kayıp verdik. Çok sayıda yaralı var. Şimdi kaç gündür radyoların, gazetelerin diline düştük. Akşehir hastanesi, polisle, jandarma ile yaralı, yarasız insanla dolu. Akşehir gözetim evi suçlu, suçsuz insanla dolu.
Düşündük, taşındık sana geldik. Bizi ne hâkim, hekim, ne de kaymakam, vali anlar. Bizi ancak sen anlarsın. Her yıl bu Reis’lilerle aramızda bir zırıltı çıkıyor. Artık buna bir son verelim. Biliyorsun orman, bizim köyün sınırları içinde kalıyor.”
Öbürleri, muhtar doğru söylüyor anlamında başlarını salladılar. O, onların hepsini tanıyordu. Çünkü onlar köyünün kurul üyeleriydi. Hakkı Evginar, Ali Kılıç, Ali Çapar, Osman Ongun.
Akşehir’de, Konya’da vali ile kaymakamla konuşup konuşmadıklarını sordu?
Konuşmamışlar. Orman Bölge Şefliğine, de gitmemişlerdi.
“-Doğru sana geldik. Bu işi hallet, tatlıya bağla.”
O şimdi ne yapabilirdi? İnsanlar ona güvenmişler Ankara’ya gelmişlerdi. Çabalarına mutlaka katkı koyması gerekiyordu.
“İyi de elimden bir şey gelmez,” diyemezdi. Zor durumda kalmıştı. Düşündü, öğle paydosuna az bir zaman vardı. Onları oradan aldı, Ulus’a getirdi. Adamlar dünden beri yoldaydılar. Gece boyunca düşünmüşler, konuşmuşlardı. Ağızlarına lokma koymamışlardı. Uykusuzlardı, açlardı.
Kızılırmak kıraathanesine oturdular. Birer sandviçle çay getirttiler.
O, Asım İş adında bir öğretmen avukat tanıyordu. Önce onun yazıhanesine gitmeyi, Orman Genel Müdürlüğü’ne bir dilekçe yazdırmayı düşündü.
“Bir avukat biliyorum. Gidelim, sizi onunla tanıştırayım,” dedi.
Gidecekleri yer uzak değildi. Yürüdüler. Az sonra avukatın kapısını çaldılar. Avukat yerindeydi. Hoş beşten sonra iki köy arasında yıllardır sorun yaratan ormanı anlattı.
Muhtar ile üyeler de silahlı, sopalı son çatışmayı dile getirdiler.
Sonuçta, Orman Genel Müdürlüğü’ne bir dilekçe ile başvurarak sözü edilen ormanın iki köyden birisi tarafından korumaya alınması için bilirkişi istemesine karar verdiler.
Avukat Asım İş, istenenleri ayrıntılı olarak bir kâğıda döktü. Sonra da köy muhtar kurulu olarak hepsine imzalattı.
Beklemeden Orman Genel Müdürlüğü’ne giderek dilekçeyi verdiler. Muhtar sonuçtan umutsuzdu.
“Hoca bugüne kadar çok dilekçe verdik. Çok defa kaymakamın, valinin kapısını aşındırdık. Sanmıyorum ki bundan da bir netice çıksın?” dedi. Onda da kuşku vardı. Fakat belli etmiyordu. Onların kırılmalarını, üzülmelerini istemiyordu.
Çarşıya çıktılar. Yenişehir postanesinin yanından geçerken öğretmenin aklına, bir şey geldi. Mahmut Makal, Fakir Baykurtile sık sık eski İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’a gidiyorlardı. Ondan Hasan Ali Yücel’in ve İsmet İnönü’nün telefon numaralarını almış olduklarını anımsadı. Yanındakilere:
“Gelin, gelin bir de İsmet Paşa’ya telefon açalım,” dedi.”
O, İsmet Paşa’yı ilk kez İvriz Köy Enstitüsü’nde öğrenciyken görmüştü. Birlikte fotoğraf çektirmişlerdi. Son kez de onunla, 1953’de Atatürk’ün Etnografya Müzesi’nden Anıt Kabre alınışı sırasında karşılaşmışlardı. Üç yıl önce de hükümetten ayrılmış, en güçlü partinin başında bulunuyordu.
Muhtar ve üyeler onun İsmet Paşa’yı anımsamasına çok şaşırmışlardı. Gözlerini açarak sordular:
“İsmet Paşa’yı tanıyor musun?”
O, hiç bozuntuya vermedi.
“Elbette tanıyorum. Birlikte fotoğraf bile çektirmiştik,” deyince, muhtar ile üyeler çok sevindiler.
“Zaten güvenmeseydik semtine bile uğramazdık. Sen her hastaya şifa, her derde, devasın. İsteyince tekeden sütün nasıl alınacağını bilirsin. İyi ki gelmişiz,” dediler.
Öğretmen telefon kabinlerinden birine girdi. Numaraları çevirince Mevhibe Hanım çıktı. Ona adını, köy ihtiyar kurulu üyeleriyle Akşehir’den geldiklerini, radyoların söylediği, gazetelerin yazdığı, ölümle biten kavgalı iki köyden birinin öğretmeni olduğunu, her iki köyden ölen ve yaralananların bulunduğunu anlattı. Mevhibe Hanım ona, İsmet Paşa’nın evde olmadığını parti toplantısında olduğunu söyledi.
O yine de:
“Lütfen konuyu kendisine iletin. Akşam yine rahatsız edeceğim,” dedi.
Muhtar ve üyeleri merak içindeydi:
“Ne oldu? Ne söyledi?” dediler.
“Kendisi yokmuş, eşiyle görüştüm. Akşama yeniden arayacağız,” dedi.
Oradan Hergele Meydanı’na geçtiler. Akşehir Oteli’nden bir gece için, dört yatak ayırttılar. Sonra da çarşıyı, pazarı dolaştılar. O gün, öğrenci olan öğretmen okula gitmedi. Geceleyin İsmet Paşa’yı tekrar aradı.
Telefon açılınca:
“Paşamla görüşmek istiyorum,” dedi.
“Benim. Anlat,” dedi, İsmet Paşa.
“Paşam Akşehir’de iki köy orman yüzünden birbirine girdi. Taşlı, sopalı, silâhlı kavga oldu. Gazetelerin yazdığı, radyoların söylediği gibi iki kişi öldü, çok sayıda yaralı var. Hava çok gergin. Ben kavgalı köylerden birinin öğretmeniyim. Şimdi Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğrenciyim. Muhtar Kurulu olarak Orman Genel Müdürlüğü’ne bir dilekçe yazdık. Ormanın hangi köy koruması altında bulunduğunun belirlenmesi için bilirkişi keşfi istiyoruz,” dedi.
Bunları söylerken çok heyecanlanmıştı.
“Dilekçe verdiniz mi?” diye sordu, İsmet Paşa.
“Verdik Paşam.”
“İyi. Anladım. Yarın ben orayı ararım.”
“Sağ olun Paşam,”
Telefon kapanmıştı. Kabinin kapısında köy muhtarı ve kurul üyeleri sabırsızlıkla bekliyorlardı. Çevresini hemen sardılar. Onlar da çok heyecan içindeydiler.
“Ne oldu? Ne dedi?”
“Yarın Orman Genel Müdürlüğü’nü arayacağını söyledi.”
Hepsinin içi, az da olsa rahatlamıştı. Güneş inmek üzereydi. Öğretmen okula, onlar da otele döndüler.
Ertesi gün öğretmen yeniden izin aldı. Önce Hergele Meydanı’na geldi. Birlikte yine Orman Genel Müdürlüğü’ne gittiler. İlgililere; Dünkü dilekçeleri ile İsmet Paşa’nın ilgileneceğini söylediler.
İçerisi kalabalıktı. Oradakiler gülüp geçtiler.
Saat on buçuğa gelmek üzereydi.
Az sonra Akşehir’den gelen heyetin arandığını öğrendiler. Paşa, sözünü tutmuştu.
Daha sonra yanlarına, yakışıklı, kravatlı biri geldi. Onları hemen daha geniş bir salona aldılar.
“İsmet Paşa’dan bir telefon aldık. Dilekçeniz üzerine tartışma yapacağız. Karar öğleden sonra çıkacak. İster burada oturun, birer çay için isterseniz çarşıda gezin, saat on dörde doğru burada olun,” dedi.
Çok geçmedi, çaylar geldi.
Bekleyeceklerdi. Orada bulunan herkes hayretle kapıyı açıyor, onlara bakıyordu. Muhtar ve üyeleri ise zevkten dört köşe olmuş gibiydiler. Saat 15.00’te onları başka bir odaya çağırdılar. Orman Genel Müdür Yardımcısı şöyle söyledi:
“İşiniz tamam. Köyünüze, iki mühendis göndereceğiz. Siz, gidebilirsiniz.”
Sevinecekleri yerde kuşkulanmışlardı. Hepsinin aklına atlatılacakları gelmişti. Öğretmen;
“Birlikte gitsinler Müdür Bey,” dedi. Muhtar söze girdi:
“Yol paralarını öderiz beyim. Bir taksi tutalım, mühendislerle beraber gidelim.”
Muhtar ve üyeler, köylerinin insanlarına yüzlü, karşı köye ise güçlü görünmek istiyorlardı. Genel Müdür Yardımcısı onlara sert bir yanıt verdi:
“Siz gidin efendim. Onların arabasına harcırahına karışmayın.” Öğretmen sordu:
“Müdür Bey mühendis beyler ne zaman hareket edecekler?”
“En geç yarın. Bu gece de hareket edebilirler.”
Elden gelen yapılmıştı. Muhtarın ve üyelerin artık daha fazla beklemelerine gerek kalmamıştı. Öğretmenleri ile çıktılar. Ayrı ayrı sarmaş dolaş oldular, kucaklaştılar.
“Sağol hoca. Seni bulmakla ne kadar iyi ettiğimizi şimdi daha iyi anladık,” dediler.
Öğrenci olan öğretmen okuluna, onlar da köye döndüler. Gözden kayboluncaya kadar birbirine baktılar, el salladılar.
Aradan bir hafta geçmişti. Muhtardan öğretmene bir telgraf geldi. Mühendislerin harita çizerek; ormanın kendilerine bırakıldığının müjdesini veriyordu.
Kaynak: Mevlüt Kaplan (2014) Ağlayan Duvar. İzmir, Özgür Eğitim yayınları