Neden Ve Nasıl Yazdım
Ben KANAMA romanını yazarken bu konuda epey düşündüm, ter döktüm. Kadına, kadın tarihine ilişkin fazlaca araştırdım, okumalar yaptım. Ülkemize ve dünyadaki erkek egemen toplum tarafından asırlardır ezilen, horlanan, şiddet gören, hatta savaş sırasında, baskınlarda, barışta sokak ortalarında tecavüze uğrayıp katledilen kadınları anlatmak isterken, bazı şeyleri bilmenin hiç de yeterli olmadığını gördüm. Oysa yıllardır klasörlere topladığım gazete kesikleri, günü gününe dünya ve Türkiye basınına yansıyan haberleri, gazetelerden kesip kesip istiflememe karşın, ifadede, anlatımlarda hiçbiri gerçeği yansıtmamda bana yardımcı olmuyordu. Ya da ben tatmin olmuyor, yetersiz buluyordum. Tamam, kadına şiddeti anlatmak için tüm bu yukarıdaki araştırmalar, malzemeler gerekliydi ama bir de gerçekçi vicdani bir bakış açısı, bir üslup gerekiyordu dile getirmek için. Peki yıllardır süren ve AKP dönemiyle iyice vahşet boyutlarına çıkan bu soruna nerelerinden ve nasıl aktararak başlamalıydım? Karşımdaki okuyucuya nasıl bir duyarlılık katabilirdim? Bunlar aşılması gereken zorluklardı.
Her gün, ama her gün kadınlarımız ölüyordu; bazen bir, iki, bazen üç, beş durmadan katlediliyordu ve başlarda birkaç toplu eylemler olsa da daha sonraları ne yazık ki unutulmaya başlıyordu. Yani toplum buna alışıyor, alıştırılıyordu. Bereket can yakıcı konuya en duyarlı kesim yine kadınlar, kız kardeşler, analar daha çok sahip çıkar oldu. Kimileri ise, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” tavrı ile suskun kalıyordu. Kötü olan bu kesimde erkekler çoğunluktaydı. Tabi ki insan olan, insani erdemlere saygılı, eğitimli, vicdanlı erkekler de vardı. Tarih bilinci olan, konuya daha evrensel boyutlarda yaklaşan ve ta milattan önce kadın filozof Hipathia’nın deniz kabuklarıyla derisi soyularak katlinden bu yana orta çağda ayyuka çıkan ve 18 yüz yılın sonlarına kadar sürdürülen cadı avlarını da kimlerin körüklediğini, bu körükleyenler arasında dinin ve kiliselerin başta geldiğini bilerek yaklaşan bir kesimin yüzlerini açığa vurmak istiyordum. Hiç kuşkusuz bizim ülkemizde de durum değişmiyordu. AKP hükümetinin kendi isteğiyle önce onayladığı(?) sonra da bir gecede tek bir kararnameyle çıktığı “İstanbul Kadın Hakları Avrupa Sözleşmesi” yine din Tacirlerinin sözcülüğünü yapan sağcı iktidar döneminde oluyordu, tıpkı Orta Çağ’da olduğu gibi, 2000li yıllarda da kendince görevini yerine getiriyordu. Demek istediğim tüm dinler kadının varlığına tahammülsüz ve karşıydı. Bunların en büyük destekçileri ise yine erkek egemen toplum bireyleriydi.
Oysa İstanbul Sözleşmesi’nin içeriği tek cümleyle şöyle ifade ediliyordu: “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi.”İşte bu kadar açık ve netti. Ama bizimkiler bunu da “ailenin birliğine karşı” bir yasa olarak algılıyorlardı. Bu gün hala kadınlara yönelik şiddetin ve katliamın bu sözleşmeden çıkılmasından sonra sanki daha bir ivme kazandı. İktidar her ne kadar, “bizim bu sözleşmeye ihtiyacımız yok. Zaten Anayasa’mızın var olan yasaları kadınları korumaya yetiyor!” deyerek, yanıtlamaya çalışıyorlardı gelen eleştirileri.
İşte ben KANAMA romanına başlarken tüm bu olumsuzlukları, korkunç gelişmeleri dikkate alarak yazmaya başladım. Gerçekte yukarıdan beri olanların altını çizmeye çalışırken edinmek istediğim yalın bir üslup, vicdan sorunuydu. Olaya nerden bakmalıydım. Burada amacım, edebiyatın tün inceliklerini, duyarlılıklarını, vurucu gözlem gücü ile derinlikli olguları, yaşanmış acımasızlığı okuyucunun gözüne sokmaktı. Kuşkusuz bütün basına yansıyan tüyler ürpertici cinayetleri kâğıda dökemezdim. Fakat mutlaka işlenen cinayetlerin, her gün şahit olduğumuz vahşetin artık tarihe bir dipnot olarak düşülmesi gerekiyordu. İsteğim, süregelen bu katliamları görünür kılmaktı. Öyle insanları eğlendiren bir roman yazmak değildi amacım… İnternetten ölen kadınların dökümünü aldığımda dudaklarım uçuklamış, yaşadığım bu gerçekliğin karşısında adeta soğuk terler dökmüştüm. Çünkü önünde şu veya bu sebepten, kocası, oğlu, abisi, dayısı, amcası, kaynatası, sevgilisi tarafından öldürülmüş, tecavüze uğramış, işkence görmüş, haftalarca aç, susuz bırakılmış kadınların dökümü karşısında şaşkındım. Münevver Karabulut gibi Bursa’dan İpek A. Yine Afyonkarahisar’dan kocası tarafından boynu kesilen 58 yaşındaki Hacer Evlice, Malatya’dan Zeliha Temel ve daha yüzlercesi vardı bunların içinde. Verilen rakam göre 2023 yılında sadece basına yansıyan ve böylece kaydı tutulan 315 kadın öldürülmüştür. Ve toplum hala susmaya devam ediyor.
İnsan olan, sol yanında yürek taşıyan hiç kimse işlenen bu cinayetlerin karşısında soğukkanlı olamazdı. İşte ben KANAMA’yı bu ruh haliyle kurgulayarak yazdım. Olaylar iki Anakara’da yaşanır, bir ayağı Almanya, diğeri de Türkiye’dir. Ne yazık ki ayni süreçte geldiği ülke olan Türkiye’de kahramanımız Elvan’’ın bir amca kızı kocası tarafından dört yaşındaki kızının gözleri önünde 18 bıçak darbesiyle öldürülürken, ailenin diğer kızı Zühre de kocası kendisine işkence yaparken eline geçirdiği tüfekle saldırgan caniyi öldürerek yaşama şansını yakalar. Tabi ki sonrasında hapistedir. Buna bir tesadüf mü, yoksa “kader” mi denir bilinmez. Genç kadın artık yıllarca çocuğundan ayrı cezaevlerinde kalacaktır. Adalet ne yazık ki yine güçlüden yana tecelli eder.
Ama her iki olay da gerçektir… Eğer gözlerinizi bu gerçeklere kapatırsanız yazılanlar size abartı gibi gelebilir; hele beyniniz din ile uyuşturulmuşsa Oysa ülkemizde şu an bile yüz binlerce kadın her an, her saniye ayni ölüm korkusuyla yaşamaktadır.
İsterim ki okuyucu da yüzümüzde bir tokat gibi şaklayan bu gerçeğin bilinciyle kitabını okusun ve romandaki kadın kahramanı Elvan’ın nasıl -İyi bir insan- olmak isterken 8 serseri tarafından tecavüze uğradığını, bir yıl gibi kısa süre sonra on yaşındaki erkek kardeşinin tecavüze uğrayarak başının taşla ezildiğini, her iki olayın da kolluk kuvvetleri tarafından faillerinin bir türlü yakalanamaması genç kadını nasıl korkunç bir travmanın içine sürükler. Artık Elvan tamamen dibe vurur ve kadının adalete güveni kalmamıştır. Onun bir seri katile dönüşmesi böyle başlar. Eğer burada kendinizi kahramanın yerine koyarak empati yapamazsanız, gelişen olayları anlayamazsınız.
Çünkü okuduğunuz sıradan bir gençlik romanı ya da polisiye bir öykü değildir. Eğer öyle düşünürseniz, siz de bu olguların gerisine düşersiniz. Artık yazdıklarınız ve okuduklarınız da asla gerçekle örtüşmez ve tüm değerlendirmeleriniz havada kalır. Şu son dillendirdiğim bana göre tüm okuduklarımız için de geçerlidir… Herkese iyi okumalar…