Mevlüt KAPLAN
Yıl 1962 idi. Milli Eğitim Bakanlığı Mahmut Makal ile beni 4489 sayılı yasaya göre bilgi, görgü edindirmek amacı ile İngiltere’ye göndermişti. Londra’da bulunuyor, dil okullarına devam ediyorduk. Türkiye Büyük Elçiliği ve Yabancı Öğrenciler Derneği kanalı ile İngilizlere ve Londra’ya yerleşmiş olan Kıbrıslı ailelere dostluk elçisi olarak konuk ediliyorduk.
Merakla ilgi duyduğumuz başka bir yer daha vardı. O da Bushouse semtinde bulunan Londra BBC Radyosu’ydu. Biliyorduk ki adını sık sık işittiğimiz, okuduğumuz Türkçe Yayımlar Bölümü Müdürü Adrew Mangow, yardımcısı Feyyaz Kayacan, Tektaş Ağaoğlu ve Can Yücel orada bulunuyorlardı.
Bir gün merakımızı gidermek için Mahmut Makal ile BBC’ye gittik. İlgiyle karşılandık. Ayrılırken “Bunu saymayız, yine gelin,” dediler. Biz de o çağrıyı fırsat bilerek BBC’ye birkaç kez daha gittik.
Can Yücel babasının öğrencisi olmamız nedeni ile bize daha yakın duruyordu.
Bir akşam kendisiyle birlikte olmak istediğimizi söyleyince çok sevinmişti. Bizi Honekes adı verilen eski bir meyhaneye götürmüş, yıllanmış şarap tattırmıştı. O gece geç saatlere dek Türkiye’yi, İsmail Hakkı Tonguç’u, Köy Enstitüleri’ni ve Hasan Ali Yücel’i anmıştık.
“Biz seni tanımadan önce babanızla dosttuk. Türkiye’de cumhuriyete, ulusal eğitime sahip çıkma Anadolu halkını bilinçlendirme hareketi Mustafa Necati ile başlamış, Saffet Arıkan’la sürmüş, Hasan Ali Yücel ile taçlanmıştır.
O, efsane olmuş bir bakandı. 1940’larda İsmail Hakkı Tonguç’la el ele vermişler, Köy Enstitüleri’ni kurmuşlar, yüzyıllardır Anadolu’nun üzerine abanmış olan koyu karanlığın bağrına parlayan bir güneş gibi doğmuşlardır,” dediğimde alaylı alaylı gülmüştü.
“İsmet Paşa ne yaptı? Hasan Ali Yücel ne yaptı? Öteden beri at gözlüğü takılarak yol işlerinde çalıştırılan, aşar vergisi ile emekleri sömürülen, uzak topraklarda savaştan savaşa sürülerek yıllarca askerlik yaptırılan köylülere ne verildi?” diyerek bana bağırmıştı.
Oysa ben haksız değildim. Anadolu şantiyeye dönmüştü. Köylere okullar yapılıyor, eğitmenler, öğretmenler gönderiliyordu. Köy çocukları bilinçleniyor, amir, memur oluyor, subay oluyordu.
Varsıl toprak ağaları, bağnaz din bezirgânları, asalak politikacılar işte bu yüzden rahatsız olmuşlardı. Hemen önlemini almışlar komünistlik suçlamasına başvurmuşlardı. İlerlemekte olan tekere çomak sokmuşlardı.
1946 sonrasında Demokrat Parti böylesi bağnaz karabilirsizlere kol kanat germişti. Yoğun bir karalama kampanyası başlatmıştı. Önce Hasan Ali Yücel’i ve İsmail Hakkı Tonguç’u Milli Eğitim Bakanlığı’ndan uzaklaştırmışlardı. Ankara Hasanoğlan’da kurulmuş olan Yüksek Köy Enstitüsü’nü kapatmışlardı. Can Yücel bunları biliyordu. Yine de İsmet Paşa’yı ve ekibini suçluyordu.
Can benden dört yaş büyüktü. Ona ağabey diyordum. Bir gün beni bir kenara çekti, çıkışır gibi konuştu.
“Bana ağabey denmesinden hoşlanmıyorum. Sanki kendime paye, bir unvan, bir makam veriliyormuş gibi geliyor. Öte yandan aynı kuşaktanız, yaşıt sayılırız. Bana ağabey demeyin. Adımı söyleyin, Can demek daha güzel, değil mi?” uyarısında bulunmuştu.
“Oysa bize faşistler, Köy Enstitüsü çıkışlı olduğumuz için ‘Hasan Ali Yücel’in piçleri,’ diyorlardı,” Can’a bunu anımsattığımda “Biz seninle kardeş sayılırız. Sana ağabey, demeyeceğime göre Can kardeş diyebilir miyim?” dediğimde beğenmiş, “Can dost,” deyip sarılmıştı.
“Köy Enstitüleri’nde kızla erkeğin birlikte okumasını ateşle baruta benzetmişler, kızları erkeklerden ayırarak İzmir Kızılçullu’da, Trabzon Beşikdüzü’nde toplamışlardı. Bizlere “Hasan Ali Yücel’in piçleri” demişlerdi. Askerde birçoğumuzu komünist diyerek subay olmamıza engel koymuşlardı. Yalan mı?” diyerek ben de Can’a çıkışmıştım.
“İsmail Hakkı Tonguç’a sözüm yok. Ama Hasan Ali Yücel ve İsmet Paşa kendiden bekleneni yapmadılar. Bu konuda daha fazla deşmeyelim,” diyerek tartışmayı bitirmiştir.
Söz sözü açıyordu. Kah ben, kah Makal bazen de Can konuşuyordu.
Honakes meyhanesine alışmıştık. Daha sonraki günlerde de uğradığımız oluyordu. Bir akşam Can’a “Köy Enstitüleri” adlı şu şiirimi okumuştum.
Ses verdi yüzyılların ötesi,
Aydınlığa doğruldu Anadolu
Dile geldi tersine dönen kuyular
Kuruyan dallar çiçeğe durdu.
Şarkılara yansıdı suskunluğun öcü
Mahşere döndü yollar sokaklar
Selama kalktı başı bulutlu dağlar
Hüzünler kahkaha doldu.
Horona kalktı suskun çığlığı köylerin
Renkli güldü yanık yüzü tepelerin
Bayrama çıktı börtü böcek
Alınteri emeklerle yoğruldu.
Düşten uyandı gerçekler
Geceler birden ağardı
Öğretmen oldu Aliler, Ayşeler
Düşler selama durdu.
Can Yücel ilgiyle dinlemiş, irkilmişti.
“Beğendim. Bunu kim yazmış?” diye sorduğunda.
“Ben,” deyince gözlerini açmış, inanamamıştı. O günden sonra bana daha bir bağlanmıştı.
“Geyikler Adası” adında İngilizce bir kitaba takılmıştım. Onu Türkçe’leştirmeye çalışıyordum. Can merak etmişti. Yirmi sayfasını okumuş, yanlışlarımı düzeltmişti.
Honakes’te oturduğumuz akşamlardan birinde Can Yücel bana ve Makal’a bir öneride bulunmuştu.
“Eliniz kalem tutuyor. Londra’da yaşayıp gördüklerinizi dünyaya duyurmak istemez misiniz? Yazın bunları. Gelin BBC Radyosu’nda okuyun.”
“Mümkün mü? Nasıl olur?” dediğimizde,
“Türkçe Yayımlar Bölümü Müdürü Andrew Mangow ve yardımcısı Feyyaz Kayacan ile görüşeceğim. En kısa zamanda size haber getireceğim, bekleyin,” dedi.
Birkaç güm sonra yine Honakes’teydik. Can o davudi sesiyle müjdeyi patlattı:
“Yöneticilerle görüştüm. Önerimi uygun buldular. Bunun iyi bir fırsat olduğunu söylediler, değerlendirmeyi kararlaştırdılar. Sizden Londra’ya, İngiltere’ye ve İngilizler’e ilişkin üç başlık altında yedi dakikayı geçmeyen izlenim yazılarınızı istiyorlar. Bir hafta içinde hazırlayabilir misiniz?”
Bir haftayı beklemeye gerek yoktu. Bir gün geçmeden üçer yazıyı getirip Can’a vermiştik bile.
Çok geçmeden yazılarımızın okunarak beğenildiği haberini aldık. “Köyün Saati” adlı bir program düzenlenmiş, Müdür Andrew Mangow Pazartesi, yardımcısı Feyyaz Kayacan Salı, Mahmut Makal Çarşamba, ben Perşembe, Tektaş Ağaoğlu Cuma akşamları saat 19.30’da konuşmak üzere sıraya alınmış, artık biz de BBC’li olmuş, 27 hafta Bushouse’a gidip gelmiştik.
Sesimiz önce banda alınıyor, sonra yayımlanıyordu.
Türkiye’ye dönünce o konuşmalarımızı Mahmut Makal Ötelerin Havası, ben de Adada Bir Yıl adı ile kitaplaştırarak okurla buluşturduk.
Bir yıl sonra öğrendim ki aynı konuşmalar Kıbrıs Bayrak Radyosu’nca da yayımlanmış.
Can Yücel bilmem neden yalnızlıktan çok hoşlanırdı. Kalabalık sofralardan kaçardı. Daha çok iki kişi ile ya da kendi başına otururdu.
Marksist’ti. O düşünceyi savunurdu. Babasını ise asla solcu ya da komünist olarak görmezdi.
“Babam Abdülhamit dönemi insanıdır. O, Osmanlı kafası taşır. Böyle olmasına karşın laiktir, demokrattır. Atatürk cumhuriyetçisidir,” derdi.
Doğruydu. Hasan Ali Yücel Mevlevi bir ailedendi. Giresun Görele’den geliyordu. Soyları padişah III. Selim’e dek uzanıyor, köklerinde birçok kaptan bulunuyordu.
Can Yücel’in 1926’da ikiz eşi olarak doğduğunu, ikizinin Canan, son kardeşinin de Gülümser olduğunu, çocukluğunun daha çok Şişli’de geçtiğini, afacan yaratılışlılığını, Canan’ın ise ondan daha az yaramaz olmadığını biliyordum. İki kardeş arasında evde her gün kavga yaşandığını çok önceleri Hasan Ali Yücel’den duymuştum. Öyle ki, “Bir Hadise Var Can ile Canan Arasında” adlı şarkının güftesi de o geçimsizliğin nedeni olarak yazılmıştı.
“Can’a anımsıyor musun? Canan ile neyi bölüşemiyordunuz?” dediğimde
“Habil ile Kabil öyle yapmadı mı? Savaşsız barış olur mu?” demişti.
Can’ın babaannesi Nehire Hanım’dır. İkisinin arasından ömür boyu su sızmamıştır.
Can, babasının öğretmen olması nedeniyle sık sık yer değiştirmiştir. 1935’te önce İzmir’e gelmiş, sonra Ankara’ya gitmiştir.
Ankara’da Atatürk Lisesi’ni bitirmiş, Erdal İnönü, Gazi Yaşargil sınıf arkadaşı olmuştur. Nurullah Ataç ile Cevat Kudret ise öğretmenliğini yapmıştır.
Can’ın şiirle tanışması, babasının Ahmet Hamdi Tanpınar, Haldun Taner, Aziz Nesin, Tevfik Sağlam, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile İstanbul’da yaptığı Cuma Toplantıları ile başlamıştır.
Can’ın şair olacağını ilk söyleyen de Ahmet Hamdi Tanpınar olmuştur.
Can Yücel şiirlerinde küfürlü argoya, müstehcen söylemlere çok yer verdiği için kimi kez dikkat çekmiş, yadırganmış, kitapları toplattırılmış hatta kovuşturmaya bile uğramıştır.
Hasan Ali Yücel, bakanlığı döneminde dedikodu olur düşüncesi ile oğlu Can’ın Almancası çok iyi olduğu, yurtdışı eğitim bursunu kazandığı halde “oğluna torpil yaptı,” demesinler diye Almanya’ya Can’ı değil, Gazi Yaşargil’i göndermiştir. Can ise babasının siyasi gücünden hiç mi hiç yararlanmayı düşünmemiş, makam arabasına bile binmemiştir.
Kendi çabası ile İngiltere Cambridge Üniversitesi’ne girmiş, ama burayı yarıda bırakarak Paris’e geçmiş, Sorbon Üniversitesi’ne yazılmış, Abidin Dino, İlhan Koman, Fikret Mualla, Selim Turan’la resim sanatı üzerine eğitim almıştır. Sonunda parasızlık yüzünden burayı da bitirmeden ayrılmış, İzmir’e gelmiş, askerliğini Kore’de yapmıştır.
Can gezginci bir ruha sahiptir. Girdiği her işte gittiği her yerde bir türlü dikiş tutturamamıştır.
1957’de Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun öğrencisi olan Güler Hanım’la arkadaşlık kurmuş, onunla yaşamını birleştirmiştir.
İlk çocuğu erkek doğmuş, adını “Yeni Hasan” koymuştur.
Buna alınan büyükbaba Hasan Ali Yücel:
“Yahu biz eskidik mi ki?” diyerek Can’a takılmıştır.
Can çok sayıda çeviriye imza atmıştır. 1964’te F. Scott Fitzgerald’dan, 1977’de Marks’tan, 1992’de Shakespeare’den çeviriler yapmıştır.
1959’da ilk kitabı çeviri şiirlerinden oluşan Her Boydan’nı çıkarmıştır. O, her sözcüğü bire bir Türkçe’leştirmemiş, kendisinden şairane esintiler de katmıştır.
Sabahattin Eyüpoğlu bu kitabın önsözünde; “Can bu şiirlere cömertçe canını koymuştur,” demekten kendisini alamamıştır.
Can Hindistan Konsolosluğu’nda da çalışmıştır. Orada da Oscar Wilde’in Maksat Samimiyet adlı kitabını Türkçe’leştirmiştir.
1959’da yeniden İngiltere’ye gitmiş, bu kez de Londra BBC Türkçe Yayımlar Bölümü’nde görev almıştır.
1960’da ikinci çocuğu Güzel, 1961’de de ikinci kızı Su dünyaya gelmiştir.
Bir daha yurtdışına çıkmamak üzere 1964’te Türkiye’ye dönmüştür.
Onunla İzmir’de birkaç kez karşılaştığımızı anımsıyorum. Bodrum’da ve Marmaris’te Turizm Müdürü olduğu günlerdeydi. Daha sonra Armutalan’da öğretmenlik yaptığını, bir ara Kınalıada’da çalıştığını 1968’de de Kandilli’ye taşınmış olduğunu işitmiştim.
Kandilli’de Peter Weiss’ten Saloz’un Mavah’ını çevirmiştir. Bu yapıt, Ankara Birlik Sahnesi’nde oynanmış, 12 Mart 1971döneminde de Che Guevera ve Mao’dan yaptığı çevirileri nedeni ile 15 yıl cezaya çarptırılmıştır. Adana Cezaevi’nde yatmış, 1974’te çıkarılan genel af yasası ile serbest kalmıştır. Cezaevinde yazdığı siyasi şiirlerini Bir Siyasinin Şiirleri adıyla yayımlamış, 12 Eylül 1980’de Rengâhenk kitabı müstehcen görülerek toplatılmıştır. Bununla ilgili bir anısı vardı. O unutulacak gibi değildi.
Teslim olmak için İstanbul’da birkaç karakola gittiklerinde polisler;
“Başka karakola gidin. Bizimle ilgili değilsiniz,” dediklerinde;
Can Yücel:
“Ulan bu memlekette hapishaneye girmek için bile torpil lazım,” diyerek çevresindekileri güldürmüştür.
Affa uğradıktan sonra, Kuzguncuk’a gitmiş, daha sonra da Datça’ya taşınmıştır.
YAPRAKTI
Başka türlü bir şey benim istediğim:
Ne ağaca benzer, ne de buluta.
Burası gibi değil gideceğim memleket
Denizi ayrı deniz,
Havası ayrı hava..
Bir başka yolculuk dalından düşmek yere
Yaşadığından uzun
Bir tatlı yolculuk dalından inmek yere
Ağacın yüksekliğince
Dalın yüksekliğince rüzgarda
ve bir yeni ömür
Vardığın çimen yeşilliğince
Nerde gördüklerim?
Nerde o beklediğim
Rengi başka
Tadı başka…
Siyasi partileri sevmediği halde önce TİP’e girmiş, daha sonra Fakir Baykurt ile birlikte ÖDP’den İzmir Milletvekili adayı olmuştur. O günlerde İzmir’de Eğitimciler lokallerinde birkaç kez görüşmüştük. Kazanamayacaklarını bildikleri halde “çeşni olsun diye” toplantıdan toplantıya koşturup durmuşlardı.
Sonra öğrendim ki, bademcik kanserine yakalanmış 9 Eylül Üniversitesi Hastanesi’ne ikinci kez geldiğinde ziyaretine gitmiştim.
“Fakir Baykurt Denizli’den şeftali getirmiş. Onları yedim domuz gibi oldum. Artık kefeni yırttım,” demişti.
“Kefeni yırttım,” dediği halde sözünü tutmadı. 12 Ağustos 1999’da “Mekânım Datça olsun,” dedi ayrılıp gitti.
VASİYET I
Beni kuzum Datça’ya gömün
Geçin. Ankara’yı, İstanbul’u!
Oralar ağzına kadar dolu
Alabildiğine de pahalı.
Örneğin Zincirlikuyu’da
Bir mezar 750 milyona,
Burası nispeten ucuzluk
Ortada kalma tehlikesi de yok
Hayır dua da istemez
Dediğim gibi beni Datça’ya gömün
Şu deniz gören mezarlığın orda,
Can iyi bir çevirmen olduğu kadar da çok iyi bir aşçı, çok iyi bir şair, çok iyi bir sokak tiyatrocusuydu.
Geriye çok sayıda özgün yapıt bırakmıştır.
Sanki ermişti. Olacakları çok önceden görmüştü. Mezarını deşmediler, ama mezar taşını param parça ettiler.
Şimdilerde yine her yaz geçmiş yıllarda olduğu gibi Datça’ya uğruyorum. Yolum Eski Datça’ya çekiyor. Can’la yaşadığımız Londra günlerini, Honakes’i anımsıyorum.
Evinin bahçesine çıkıyorum, kırık, salaş masada oturuyorum. Banda alınmış davudi sesinden; “Ben hayatta en çok babamı sevdim,” diyen dünyanın en güzel şiirini dinliyorum.
Hayatta ben en çok babamı sevdim
Karaçalılar gibi yardanbitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın babamı ben öyle sevdim.
Gömütüne gidiyorum, mezar taşına elimi yüzümü sürüyorum.
Benim Can kardeşim, şairlerin Can babası, ışıklar içinde yat.