Çocukluğumdan beri sürekli olarak çevremdeki insanları bir oyun gibi gözlemler, onları inceler dururdum. Belki de bugün yazılarda fazlaca detaya kaçmam bu yüzden olmalı. Kim nasıl susar – konuşur, kim nasıl gülümser, kim nasıl kahkaha atar, kızar, bağırır ve hatta kim daha çok ağız dolusu küfür eder. Hep ama hep dikkatimi çekmiştir. Bu saydıklarım salt insanlara ilişkin değildir kuşkusuz. Damdaki hayvanları, kümesteki tavukları, hükmeder gibi alımlı alımlı gursağını, ibiğini kabartarak o ihtişamlı renkli kanatlarını açıp diğer tavukları etrafında toplayan horozları vs. Hatta tarlada sülmancıkları, karafatmaları, yılanları, akrepleri, kaplumbağaları, saçaklardaki serçeleri, “gag., gag, gag!” diye öten kargaları, baykuşları, mahalledeki sokak köpeklerini. Sonra yukarıda uçarak salına salına aşağısını gözleyen atmacaları, kerkenezleri ve onların gölgesinden ürküp kaçan tarla farelerini dikkatle takip eder onların can havliyle büzülüşlerini, korku ve telaşlarını anlamaya çalışırdım. Daha daha büyüyünce bu kez etrafımdaki insanları, komşularımızı, onların giyim kuşamlarıyla davranışlarını, burunlarını silişlerini, fütursuzca öksürüşlerini, apışlarını karıştırıp sağa sola tükürüşlerini, sığırtmaç Recep’i, Macuncu, Hasan Usta’yı, Kasıla kasıla giden Nazım Efendi’yi, Aşağı mahalleden paltosunu omuzlarına atmış kahveden eve, evden kahveye gidip gelen Fuat Kocatürk’ü, Bacak Halimi,, İbrahim Kâhya’yı, onun oğlu olan Mahmut enişteyi, O ağır ağır konuşan Şoför Halim’i, Karamustafaların Zekir’i vs. Hepsini de bir solukta anlatabilirim sizlere. Ancak tüm bunların arasında çok ince, öyle herkesin fark etmediği, edemeyeceği bir incelik vardır ki bu çok önemli. İşte o incelik bu saydıklarımın hepsinin sosyal yapısını ortaya koyan. O insanlarla konuşurken eline yılda kaç para geçtiğini, çoluğuna çocuğuna nasıl bakabildiğini, kimin aç, kimin tok yattığını fark edebilirsiniz. Örneğin sahiplenmiş, yani bir çiftlikte özenle bakılan bir köpekle, sokakta bulduğuyla geçinen bir köpeğin arasındaki fark gibidir insanların da arasındaki o sosyal fark. O sokak köpeği gezinirken sürekli kuyruğu apışarasında, ürkek, herhangi bir taşın, tekmenin nereden geleceğini bilemeden tedirgin, başı eğik dolaşır. Tıpkı o yoksul, biçare, işsiz, aç, akşam ne yiyeceğini bile bilmeyen, sürekli yarınını, çocuklarını düşünen yoksul kimseler gibi. Mahçup, başları önlerinde, sanki toplumdan kendilerini gizlemek ister gibi, var gibi-yok gibi dolaşırlar. Oysa onların da o göbeklerini kaşıyarak kahkaha atanlardan hiçbir farkları yoktur. Var olan sadece toplumsal eşitsizliktir, adaletsizlik, bir soygun düzeninin sistem olarak erkler tarafından insanlara kabul ettirilmiş olmasıdır.
Daha bitmedi:
Kimi göbeğini tuta tuta kahkaha atarken, kimi hıçkırığını yutar gibi içinden utangaç, mahcup güler. Kimi sevincini en yüksek sesle bağıra bağıra ortaya atarak anlatırken, yoksul sığırtmaç Rüştü ellerini önünde kavuşturup, karısına bir metre basmayı nasıl aldığını anlatır. Kimi çocuk siyah rugan okul ayakkabılarını arkadaşlarına gösterirken eskici İsmail’in Aliziya ayağındaki kara lastiklerini kimse görmesin diye okul törenlerinde sıranın en en arkasında duruşunu kimse bilmez, bilemez..
Küçük yerlerde durum böyleyken, peki büyük şehirlerde durum pek mi farklıdır sizce? Hiç de değil. Orada da acı bir dram şekillenir insanların, hele hele çocukların, gençlerin yüreklerinde; solukları titrer. Çocuklar okul arkadaşlarıyla birlikte şehir parkına salt birer çay içmek için giderken bile ceplerindeki o üç beş kuruşu en az beş on kez kontrol ederler yerinde duruyor mu diye. Diğer paralı, zengin ailelerin çocukları ise özgüvenleri tavan yapmış yüksek sesle kahkaha atarak kendi aralarında şakalaşıp, korkusuzca hoplayıp zıplarken, diğerleri sessiz, sakin, birer suçlu gibi kenardan kenardan takip ederler diğerlerini. Masalara oturduklarında da gruplaşmalar yine farkında olmadan sosyal, sınıfsal yapıya göre oluşur. Hakim kızı ile doktorun oğlu, Emniyet amirinin küçük kızı ile bilmem ne mağazasının büyük kızı yan yana aynı masayı paylaşırlar. Tenekeci Hilmi’nin Fatih ile, komşusu Bakkal Cemil’in Naciye de aynı masadadırlar. Kimileri çifter çifter içecek, Yedigün, kola, kek, dondurma yerken, ötekiler yine ceplerindeki paralarını kuruşu kuruşuna hesaplayarak ancak birer gazoz ya da çay içebilirler. Konuşan hep diğerleri, yüksek sesle kahkaha atan, el kol hareketleriyle boğuşan yine onlardır. Hindistan’daki kast sistemi gibi durum burada da asla değişmez. Büyüdüklerinde daha ileriye doğru sadece karşılaştıklarında birer selam verirler, selamlaşırlar belki de; daha daha sonra artık aralar iyice açılır. Biri bir başka okulda, üniversitede, başka şehirde, diğeri ise –belki de- aynı şehrin kıyı kesimlerinde, banliyölerinde otururken birbirlerini görmez olurlar. Görseller de tanımazlar artık. Sistem onu gerektiriyor çünkü. Çünkü en alttakiler diğerlerinin tedarikçileridir. Tahılı, ekmeği, üzümü, yağı, fındığı, cevizi, havası suyudurlar. Ve gün gelir işte ötekiler, o göbeklerini tuta tuta kahkaha atanlar, diğerlerinin bu ellerinde kalanlara da, topraklarına, ekinine, ağacına, ormanına, denizine, havasına, suyuna göz koyar olurlar. Ve en kötüsü, işte o alıştırılmış, kabullenilmiş RIZA politikasıyla “halk” dediğimiz o diğerleri hala seslerini çıkarmakta, baş kaldırmakta, isyan etmekte kararsızdırlar. Gerçekte bu onların uysallığından, barıştan yana oluşlarından falan değil, diğerleri tarafından sıfırlanmış düşünce yetilerinin dahi ellerinden alınmış olmasındandır. Bu bir yok oluşun acı hikâyesi, toplumsal çürümenin giderek dibe doğru yaygınlaşmasıdır. Koca bir ülke korkunç bir yok oluş sürecindedir artık. En kötüsü ise, muhalefet bildiğimiz aydın, entelektüel, en en eğitimli kimselerin, küçük, değersiz, üç kuruşa satılmış politikacıların bile bu durum karşısında başlarını kuma sokarak sessiz kalmalarıdır…
İşte ülkemizin geldiği acınası son durum budur malesef…
Ali Özenç Çağlar
Akhisar / 2023