“ve bir kadın, ‘bize acıdan bahset’ dedi.
ve o cevap verdi:
‘acınız, anlayışınızı saklayan kabuğun kırılışıdır.’”
Halil Cibran
“Kanli portakaaal, kanli portakaaal” diye ünleyen satıcının sesi göğü dilimlemişken, damağını örten memeler taşmıştı. Yutkunduğun o ılık damlalar, portakalın kızıl suyuymuş gibi , kravatın gemlediği boğazından midene ıkına ıkına inebilmişti.
Bildin mi, hani o sene koca vilayette akranlarınla imtihan etmişlerdi cümlenizi de yekinip en önde göğüslemiştin ipi? Ahşap sıraların arasında sana öykünen arkadaşlarının şahini olmuştun. Gelen sene yerleşeceğin lisenin muhabbeti başlamış, sonra bir İstiklal Marşı töreninde kendini altı gri üstü lacivert bir ordunun önünde bulmuştun.
Hoparlörün cızbaz çığırtısından ismini işitmiştin. Battaniye olsaymış da başını örtebilseymişsin keşke diye düşünmüş, derken siyah meşin yarım çizmesiyle o gelivermişti yanına. O anki bakışlarını, ömründe ilk kez görmüşçesine, eline tutuşturduğu pakete mıhlamıştın. Tebrik ederken senle göz göze gelmek için elini sertçe aşağı yukarı sallamıştı ama nafile. Sense, bir adım ötene değin yaklaşmış olan sarı buklelerin sarkaca dönüşmüş ritmini düşlemiş, konar göçer kokusunun burun direklerine yerleşmesini arzulamış ve gözlerini, o bakmaya doyamadığın gözlerin sahibinden esirgemiştin.
Kalayın erime derecesi zeytinyağının kaynama noktasından düşüktür, buna göre kalaydan bir tavada zeytinyağı ile patates nasıl kızarır, diye sormuştu ilk dersinde. Cevabını bildiğin halde susmuştun. Doğrusu susmamış, onun papatya yaprağı tenini, gelincik dudaklarını, İngiliz taylarını andıran endamını seyre dalmayı tercih etmiştin. Sesiyle sarhoş etmişti seni, sadece seni mi, sınıfın tüm erkekleri mest olmuştu. İnşa edildiği yıldan beri böyle sessizce ders işlenmemiş olan sınıfta ilk kez dersten başka şeyler düşlemeye başlamıştın. Son dakika soluklanıp söz istemiş, karatahtanın dibindeki tebeşirlere odaklanarak; patatesi kızartan içindeki sudur öğretmenim, tava erimeden ve zeytinyağı kaynamadan önce su kaynayacağı için patates de kızarmış olur, deyivermiştin. Sana inanmaz gözlerle bakmış, o an çalan zilin sesiyle çıkıp gitmişti. İnanmış mıydı sana, bilemezdin.
Teneffüste, sınıfın bıçkınları sana sataşıp durmuş, ardından yeni fen bilgisi öğretmenini paylaşmak adına kendi aralarında kavgaya tutuşmuşlardı. Hatırladın mı, oldum olası uzak dururlardı senden. Benzemezdiniz işte. Özellikle tarih ve Türkçe derslerinde ülke meselelerine dair patlayan mülahazalardan, milli tarih üzerinden yürüyen varlık yokluk tartışmalarından, yönetilmeye dair itaat-isyan kavgalarından, milliyete dair inkar-ikrar atışmalarından, bana ne derdin; derslerin kaynatıldığını düşünür, kızardın. Öğrenci dediğin hareketli makaralara, momentuma, periyodik cetvele, taksonomiye, pisagor teoremine, harita ölçeklerine, Orhun yazıtlarına, sıfat fiillere sarılıp uyumalıydı. İşte bu yüzden bıçaklanan öğretmenlere, nereye gittiklerini bilmediğin durmaksızın eksilen öğrencilere, yağmur altında onlarca kez okumaya zorlandığınız marşlara, sıra dayaklarına, genel aramalara, okul yolunda kimlik sorup öğrencileri tartaklayan polislere sinirlenir, velakin hiçbiriyle cebelleşmezdin.
Onun gelişi senin içinde hiç uyanmamış olanı uyandırmış, öğrenci kimliğinin yanına erkek kimliğini de iliştirmişti. Artık saçlarını özenle tarayıp briyantin sürer, takım elbiseni çifter çifter ütüler olmuş, harçlığınla parfüm alıp güzel kokularla dolaşır hale gelmiştin. İçinde büyüyen umutla derslerine daha iyi çalışmış, imtihanı birincilikle tamamlamıştın. Gönlünü kazanmış olduğunu düşündüğün fen bilgisi öğretmeni o gün, altı gri üstü lacivert ordunun önünde seni ödüllendirerek aynı zamanda ümitlendirmişti. Kafası kesilmiş horoz gibi yaşamaya doğru yol almıştın.
Hatırla, okulun etrafı ciplerle dolmuş, operasyona gelmiş gibi giyinmiş kara gözlüklü polislerle okul girişi kapatılmıştı. Öğrenci cüzdanını gösterip sınıfına koşmuş, dersin başlamasını beklemiştin. Sınıfa fısıltı hakimdi. Tırnaklarını yiye yiye biri anlatmış, bir diğeri suratını ekşiterek devam etmişti. Okulun üçüncü katındaki tuvalette dün gece bir patlama olmuş demek ki. Meğer bazı öğrenciler okula kutu kutu kızkaçıran ile elektrik direklerinden aşırılmış porselen kase midir nedir getirmişler. Kızkaçıranların barutlarını porselen kaseye boşaltıp fitilleri de birbirine bağlamışlar mı! Sonra kalkıp o porseleni patlatmışlar mı!? Tuvaletin tavanı bile delinmiş. Müdür ile bazı öğretmenler dün geceden okula gelip bakmışlarmış. O fen bilgisi öğretmeni yok mu, onun kocası şu asker gibi olan polislerin komutanıymış. Hayır be, ne komutanı müdürleriymiş, işte yani o yüzden bu sabah hepsi buraya gelmiş. Kim yapmışsa alıp götüreceklermiş.
Yine kızmıştın. Ne boş işlerle uğraşıyor bunlar demiştin. Derken o esnada kapıda kar maskeli üç dört polis belirmişti. Kalkın lan ayağa, çabuk, hep beraber bodruma iniyorsunuz! Hadi, hadi, hadi! Demişlerdi. Ama polis abi, biz ne yaptık ki? Diye söylenmişti bıçkın öğrenci. Yürü lan, yürü tipini (…), diye kızgınlıkla küfretmişti polis abisi.
Yaşlı okul binası, ürkek adımlarla merdivenlerden inişinize ağıtla eşlik etmiş, gözyaşı niyetine duvarlarındaki makyajı dökmüştü. Bahçenin mucurları öfkesinden asfalt yemişçesine kaskatı kesilmiş, tavandaki lambalar kızışarak patlayacak kıvama gelmişti. Kocaman bir silgi gelip okuldaki öğretmenleri silivermiş; duvardaki portreler, etrafında kalemtıraş atıkları saçılı olan çöp kutuları, karatahta, renkli tebeşirler, keçe silgi, sıraların arasına sığınmış kitaplar, duvarda asılı kaşkol, mont ve çantaları öksüz bırakmıştı.
Bodrum katındaki uğultu seni üşütmüş, serinliği ile tenini ıslatmıştı. Yan sınıfları da indirmişlerdi. Sonra yan yana dizmiştiler cümlenizi. İçerisi bir anda ellerinde uzun coplar olan onlarca kar maskeliyle dolmuştu. Kalbin pır pır etmişti. Karnına bir ağrının gelip konduğunu hissetmiştin. Benim burada ne işim var diye düşünmüş, benim suçum yok, daha geçen gün ödül vermiştiniz ya bana diye haykırmak istemiştin. Sezgilerin her zaman ki gibi seni uyarmış, susmanı tembihlemişti.
Kar maskeli kükreye kükreye hainliğinizden başlayıp yedi ceddinize sinkaflı küfürler etmiş, lafın sonunda soyunun lan hepiniz, arayacağız sizi, demişti. Öğrencilerin kimisi olduğu yerde durmuş, kimisi istemsizce soyunmaya başlamıştı. Abi, diye yalvarmıştı bir öğrenci, abi külotlarımızı çıkarmasak olmaz mı, kız arkadaşlar var? Soyun ulan, sizi (…), arayacağız dedik ya, diye bağırmış ve söylediği sinkaflı küfre gülmeye başlamıştı.
Kız öğrenciler utanmayasınız diye yüzlerini duvara dönmüş, siz de usul usul soyunmuştunuz. Sonra o kar maskeli kara gözlüklüler tek tek bedeninizde barut izi aramıştı. İlk kez külotun gizlediği bölgeyi ellerinle örtmeye çalışmıştın. İlk kez yabancı biri yabancı bir cisimle çıplak bedenini dürtmüştü. Bedeninizde hiçbir suç izine rastlamayınca ellerinizi uzatın dedikten sonra copla vurmuştular. Kız öğrencilerin daha cop havadayken ellerini kaçırıp korkuyla ekşittikleri yüzlerine acıyarak bakmıştın. İlk defa başkasının yerine canın yansın istemiştin.
Sonra küfürbaz kar maskelinin yanına fen bilgisi öğretmenin gelip durmuştu. Demek doğruymuş, küfürbazın karısıymış diye hayıflanmış, düşüp bayılmayı dilemiştin. Ev sahibini bastıran misafir gibi kalbine davet ettiğin erkek de kalbindeki öğrenciyi alt etmiş, tüm gücünü kullanarak gözlerine hükmetmeyi başarmıştı. İlk defa gözlerini papatya yaprağı tenlinin, gelincik dudaklının, İngiliz tayı endamlının gözlerine dikip sağanak sağanak yağmıştın. Fakat ilk defa senin olduğun bir bakışmada gözlerini kaçıran bir başkası olmuştu.
Seyfi Elçiboğa