”İnsan ne zaman bir dostundan ayrılsa, onu tekrar göreceğini umar.”[i]
Aklınıza takılmış mıdır sizin de, ilk arkadaşınız kimdir diye?..
Hafızamı yoklayınca üç, dört yaşlarımdan hatırlıyorum. Adıyaman’ın Samsat ilçesinde babam nüfus memuru. Galiba kiremit çatılı, iki katlı kerpiç bir binanın, belki de lojman olarak tahsis edilen ikinci katında oturuyoruz. Belki de lojman demem, aynı binanın birinci katının babamın nüfus dairesi olmasından. Daire dediğim de mevcudu bir katip ve babam… Evimizin giriş kapısı, arkada, zeminden ikinci kata kadar yatay bir şekilde binaya monte edilmiş merdivenlerle çıkılan tahta, çift kanatlı bir kapı. Samsat’ın tek okulu (sanırım ilkokul ve ortaokul birlikte), futbol sahası olarak da kullanılan bir açıklığın sonrasında ve tam karşımızda. Evimizin ön cephesi okula bakarken, arka cephe, o zamanki bana göre sonsuz büyüklükte boş bir araziye bakıyor. Arkada avluda derme çatma, kancalı mekanizmayla kapanabilen tahta kapılı, mozaik taşlı kuburu olan bir tuvalet. Biraz sağında ise tepesinde tulumbasıyla, içine düşmekten hep ürktüğüm su kuyusu…
İşte o lojman / ev’in bir sahibi vardı. Samsat’ın yerlilerinden bir aile. Onların belki benden de küçük, bir erkek çocukları, Memet. Yusyuvarlak kafası makine traşlı, sarışın, bembeyaz tenli, incecik boyunlu, incecik bir oğlan çocuğuydu Memet. Aslında ikimizin de ana dili Kürtçe olmasına rağmen, “Memur” çocuğu olduğumdan ve eğitim dili Türkçe olduğundan, mevcut eğitim sistemi gereği “Türkçe konuşmayanın adam olamayacağı” gerçekliğinden hareketle, ben Türkçe konuşturulurdum, Memet Kürtçe.
Birbirimizi konuşarak pek iyi anlamasak da, oynamak, birlikte vakit geçirmek için, hele o yaşta ille de aynı dili konuşmak gerekmiyordu. O yaşlardaki çocuklar ne yaparsa biz de Memet’le onları yapıyorduk. Evden çıktığımız her fırsatta, ya birbirimize seslenir buluşurduk ya da bir şeylerle oyalanıp diğerimizin çıkmasını beklerdik. Elimize ne geçerse onunla gerçek ya da hayali oyuncaklar yapıyorduk. Hayali senaryoların kahramanları olup bilinç ufkumuzun yettiğince maceralara koşuyorduk. Bazen evden çok uzaklaşıp uçsuz bucaksız arazide(!) dere tepe aranıp, göbelek (Mantar) bulup topluyorduk… arada bir, avlu mudur, bahçe midir bilemiyorum, evle arazi arasında kalan boşlukta gezinen kaz’ların saldırısına uğrayıp, göğüs boşluğumuzdan basarak gırtlağımıza kadar yükselen genişlemeyi hissettiren bir korkuyla, kendimize de yabancı gelen garip bağırtılarla kaçışıyorduk…
Arkadaştık işte…
Bir süre sonra babamın tayini çıktı ve merkeze, Adıyaman’a taşındık. Sonra Memet’le bir daha karşılaşmadık. Zaman zaman aklıma geldiği oldu Memet’in. Onu tekrar görebilmeyi istedim. Hafif bir suçluluk duygusuyla, daha çok da merakla karşılaşabilmeyi umdum. Ama olmadı. Görüşmedik bir daha.
Sonraki yıllar… kademe kademe öğrencilikler, çıraklıklar, siyasi pozisyon edinmeler, spor, müzik, dans, tiyatro, yazın, iş hayatı, evlilik, çocuk, ekonomik savrulmalar, farklı şehirler… Özetle hayatın getirdikleri, ya da hayatta karşılaştığımız şeyler…
Hepimiz bir çok arkadaşlık, dostluk edindik. Yaşam algımızın benzerliği, değer verdiğimiz ortaklıklar, uğraş alanı birlikteliğindeki uyum, ortak zevkler, ortak nefretler… Bizi biçimlendiren şeyler, bazılarımızı birbirimize daha çok yakınlaştırdı ve daha uzun süreli birliktelikler yaşadık. Yakın kalabildiklerimizle devam ettik, yakın kalamadıklarımızla bir araya gelebilmeyi kolladık. Araya zaman ve mesafe girse de yan yana düşmekten heyecan duyduk, sevinç duyduk.
Necmi Kupa!
Tanışıklığımız üniversite yıllarından. Bana göre daha kıdemliydi. Hayat kıdemiydi bahsettiğim. O TRT’de bakım teknisyeni olarak kuş uçmaz, kervan geçmez dağ tepelerinde aylarca yalnız başına görev yapar, bi de gelir ders notlarını toparlayıp sınavlara girer ve başarılı olmaya çalışırdı. Bir yandan Haber-Sen’in etkin bir üyesiydi. Çalıştığı iş kolundaki hak arama mücadelelerinde hep ön saflarda yer aldı. İyiyi, güzeli, onları bulandıran çapaklardan seçen, sahip çıkan bir Hayat emekçisiydi özcesi. Okul yılları sonrasında yolumuz pek kesişmedi. Yan yana yürümedik yollarımızı. Arada karşılaşmalarımız oldu. Aynı sevecen yüz, aynı gülüş, aynı içtenlik, aynı keskinlik, aynı akıl berraklığı… Son yıllarda “sosyal medya” vasıtasıyla temas ediyorduk birbirimizle. Bir beğeni, küçük bir yorum(!), paylaşımı paylaşma falan…
Yaşadığı sıkıntılardan haberim olmadı. Yitirdikten sonra aldım haberini. Elbette çok üzgünüm. Ama daha çok öfkeliyim kendime. Ölüm, kabul etmek zorunda kaldığımız bir şeyken, yaşamı güzelleştirme umudunu yaşatan, dost diye bildiklerimizle bu kadar uzak düşmek kabul edilebilir değil.
[i] “Aslan Asker Şvayk”, Jaroslav Hašek. Can Yayınları 2006; Çevirmen, Celal Üster. Özgün ilk baskı, 1923.