Özgür Kaplan
Geçtiğimiz yıllarda Boğazlardan geçişi ülkeler arasında sorun yaratan Varyag adlı uçak gemisi geliyor aklıma. Ukrayna donanmasına ait gemi hurdaya çıkacağı gerekçesi ile Çinli bir iş adamına satıldığı söylenmişti. Daha sonra Çin Ordusu gemiyi yenileyerek donanmasına katmıştı. Boğazlardan geçiş silahlı askeri gemiyle yapılamazdı, ama sivil bir iş adamına hurda için satılabilirdi. Çin böyle bir oyun planı yapmıştı.
Bugünlerde kamuoyunun gündeminde Brezilya’nın bir süre önce Fransa’dan aldığı donanmasına kattığı Sao Paolo adlı uçak gemisi var. Brezilya’nın elinde bulunduğu sürede gemide çok ciddi problemler olmuş. Kazan dairesi patlamış, yapılması uzun zaman aldıktan sonra bu kez yangın sonucu hasar almış, onarılmış, ama verimli olmamış bir türlü. Brezilya satmaya karar vermiş. Fransa gemiyi satarken Brezilya’ya son kullanıcı olma şartı koymuş. Bu durumda farklı senaryolar gündeme geliyor. Cihat Yaycı’nın açıklamaları var; ‘Bu gemi çok ucuz, simülasyon için kullanabiliriz, bu amaçla bir maket yapsak 30 milyon$ ödemek gerekir, gemi 1,9 milyon $’a alınmış’. Ülkece bir uçak gemisi hayali ve özlemimiz var, bu aşamada bir eğitim gemisi olabilir mi? Ya da daha ötesi düşünülebilir mi?
Geminin yola çıktığına ilişkin bir haber okudum. Uluslararası bir kuruluş doğrudan Çevre ve Şehircilik bakanına gönderdiği yazıda; geminin içerdiği kanserojen madde yoğunluğundan, insana, çevreye, doğaya vereceği zararlardan söz etmiş. 900 ton asbest dolu geminin çok çok büyük riskler barındırdığını anlatmış. Aynı ileti Brezilya Çevre Bakanlığına, Brezilya Savunma Bakanlığına, Fransa Ordusuna, Avrupa Parlamentosuna da gönderilerek bilgi verilmiş.
Gemi, Sök adlı Türk Şirketine satılmış, Aliağa’ya getirilip söküleceği söyleniyor. Çin ve Hindistan’ın söküm için kabul etmediği gemi ülkemize getirilmek isteniyor. Cari piyasa hurda fiyatı 12 milyon$ civarı, 1,9 milyon $’a alınmış. Bu denli büyük tehlike taşıyan bir ticari mal için bu kadar kar edilecek olması mı insanların gözlerini karartan? Kimse dur demeyecek mi sanıyorlar?
Her ne sebeple olursa olsun o ölüm gemisi İzmir’imize, Aliağa’mıza gelmemeli. Kaz Dağları’nın yeşili Çandarlı ve Nemrut Körfezlerinin mavisi Ege’nin ilmek ilmek işlenmiş motifleri dünden, bugüne geldiği gibi, yarına da uzanmalı. Şiir güzelliğinde, şair düşünde yaşanacak hayata yürümeli.
Şimdi kocaman denizlerde, kocaman gemilerde
Neden yok küçüklüğümüzdeki büyüklüğümüz;
Çocukluğumuzun bahçelerinde, o evlerde
Kâğıttan gemilerimizi yüzdürdüğümüz.
Bir şeyler mi kalmış çocukluğumuzda,
Çocukluğumuzla çözdüğümüz…
Özdemir Asaf
****
Yine olmadı, sonuna kadar getirdiğimiz Kadınlar Uluslararası VNL ligi finalini ülkemizde oynamamıza rağmen kazanamadık. Üçüncülük maçında da Sırbistan’a yenilerek madalya alamadık, ligi 4. bitirdik. Tecrübe kazandık diyeceğim ama bu kaçıncı lig yılı, kaçıncı tecrübe girişimi oldu? 2.3.4. olduk zaten yıllardır. Bir arada uzun süredir oynayan yetenekli oyunculardan kurulu iyi bir takımız aslında. Neden olmuyor?
Voleybol eğitiminde ilk öğrenilen şey manşet vuruşuydu. Öyle iyi manşet pasları gelmeli ki pasöre, istediği oyuncuya rahatlıkla topu atabilsin. İyi manşet gelmeyince topun gelişine göre alel-usul bir pas atıyor ki, çoğunlukla etkili hücum olamıyor. Ya blokta kalıyor ya da karşı savunma tarafından çıkarılıyor. Ortadan hücum edemeyişimizin en önemli nedeni de işte bu. Pasöre iyi top gelmiyor. 4 numara hücumlarımız ise etkisiz kalıyor, orada yeterince uzun da değiliz. Yalnız kalan pasör çaprazı atakları önlem alan karşı savunmalar için çok da sorun olmuyor.
Antrenmanlarda servis kaçırınca hocamız üst üste defalarca servis attırırdı, bir kez bile kaçırınca başa döndürür, antrenmanı bitirmezdi. Servis kaçırmamak adeta bir kuraldı. Kadın ulusal takımımız ya kaçırırım endişesi ile etkili servis kullanmıyor, ya da etkili olacak servisleri çok kaçırıyor. Her hata karşı tarafa bir sayı yazıyor. Servis kaçırdın 1 sayı, etkisiz servis attın, hızlı hücum yedin, işte 1 sayı daha gitti.
Görebildiğim birkaç önemli şeyi yazabildim. Aslında dünyanın tanıdığı İtalyan çalıştırıcının bunları, bilmiyor yada görmüyor olması olanaksız, ama neden olmuyor, düzeltmiyor bilmiyorum.
Ülkemizde spor ile çocuğun tanışması okul çağında başlıyor. Voleybol için de uygun başlama yaşı 9-10. İlkokul çağındaki çocuklarımız spora başlarken okulda beden eğitimi öğretmenleri çoğunlukla yönlendirici oluyor. Yeteneklerine, fiziki özelliklerine göre uygun gördükleri branşta onları işliyor, geleceğin sporcularını yetiştiriyorlar. Bunun için maaş dışında bir ücrette almıyorlar. Ders saatleri dışında okul takımını çalıştırıyorlar, hafta sonu maçlara gidiyorlar. Finallere, şampiyonalara takımlarını şehir dışına götürüyorlar. Evlerinden, ailelerinden uzaklarda zaman harcıyorlar. Yeter ki o çocuklar iyi birer sporcu olarak yetişsinler istiyorlar. Çoğumuzun ‘Beden Hocası’ olarak isimlendirdiği bu arkadaşlar çoğunlukla bir kuru teşekkürle bile ödüllendirilmez. Ulusal takımların yabancı çalıştırıcıları milyonlara para demez, yenilgilerden, başarısızlıklardan sorumluluk bile duymazlar. Sporcu fabrikalarının baş ustaları öğretmenlerim ise bir maaşa gecelerini gündüzlerine katarlar.
Tüm bunlara rağmen yeni atanacağı söylenen 20.000 öğretmenin 800-1000 kadarı beden eğitimi öğretmeni olacakmış. Koskocaman Türkiye için bu kadar azaltıldı öğretmen sayısı. Oysa en büyük görev, yetki öğretmende olmalı başarı için.
Japon ulusal voleybol takımının dünya şampiyonluğu öyküsü şöyle; 10 yaşında bir gurup sporcu adayı tüm ülkede yapılan seçmelerle toplanıyor, eğitimden geçirilip yetenekli olanlar ayrılıyor. 10 yıl birlikte antrenman yapıyorlar, arkadaşlıkları geliştiriyorlar, birbirlerini çok iyi tanıyorlar. 10 yıllık bu çabanın sonunda dünya şampiyonu olan bir jenerasyon oluyorlar. Bunu ülkemizde yalnızca beden eğitimi öğretmenleri yapabilir. Uzun bir yol, ama kesin sonuç alabiliriz.
Biz de yapabiliriz.