Nereye baksak politik çalkantıların ayak sesleri görüş mesafemizi kapatıyor.
Can sıkıcı, insanı yaşamdan bezdiren bir fotoğraf.
Öyleyse fotoğrafın dışına çıkıp tutkulu aşkların ve sevgilerin olduğu alanda bir gezintiye ne dersiniz?
Haydi başlayalım:
***
2024’ün gri bulutlarının Çatalkaya üzerinde sörf yapıp bir türlü yağmura dönüşmediği İzmir sabahında açtım Erdal Öz’ün “Yaşamayı Nasıl Özledim Bilsen!” kitabını.
Kitap 1960’larda İstanbul’unda yolları kesişen Öz’le şair Türkan İldeniz arasındaki mektupları içeriyor.
Daha ilk sayfada özlem, kırık bir aşkın izleri kendini hissettiriyor bize. Erdal Öz, “…İşte yine o masaya, cam kenarına oturmuş, seni yaşıyorum.” diyor.
Ve bu mektuplar hem Erdal Öz’ün tutkusunu, özlemini açığa vuruyor ama aynı zamanda Öz’ün edebiyata ilişkin görüş ve eleştirilerini de ortaya döküyor.
Tabii daha çok Öz’ün tarafını görüyoruz mektuplarda. İldeniz görünmeyen bir yüz burada.
Ne olursa olsun, güzel bir ilişkinin edebiyatla nasıl da bir ırmak güzelliğinde aktığına tanık oluyoruz.
***
Erdal Öz böyle de peki, Franz Kafka’ya ne dersiniz?
“Milena’ya Mektuplar”ında onun da tutkusu açığa çıkıyor.
Daha ilk mektupta, tıpkı Öz gibi, o da Milena’ya yakınlaşma çabalarının peşindedir; bir arkadaşının evinde tanıştığı bu kıza “…Beni hiç hatırlamıyor olma ihtimaline karşı kendimi tanıtayım, benim adım Franz Kafka.” diye yazıyor. “…Şu anda daktilonun tuşlarına dokunmakta olan eliyle sizin elinizi (…) tutan kişiyim.”
Amacı daha sonraki günler için Milena’yı çıkacakları bir seyahate razı etmek.
***
Gördünüz mü, masanın üstünde başka bir el’e dokunmak için uzanan diğer elin aynı zamanda sevgiye ve tutkuya aracılık ettiğini…
Bu tutku beş yıl gibi bir zamana denk geliyor. “Dönüşüm”, “Şato” gibi romanların yazarı Kafka, Turgut Uyar’ın “Aranan bu korkak ellerimi tut” dizesinde söylediği eylemi gerçekleştiriyor, herhalde onun elini tutuyor, ikili arasında beş yıllık bir nişanlılık dönemi de yaşanıyor.
Sonrası hüsran…
***
Aşklara ve tutkulu birlikteliklere dalınca daha neler çıkıyor!
Ahmet Altan, “Kristal Denizaltı” kitabında aşkların ve tutkuların trajik yanlarına değiniyor.
Yıl 1793. Fransız Devrimi yıllarıdır.
Ortalık toz duman, Chorletta Corday adında 24 yaşında bir kız, devrimin lideri Marat’yı bıçak darbesiyle öldürmüştür o hengameli günlerde.
Sonuç tabii ki giyotin.
İşte tam da Corday giyotine giderken İsviçreli bir genç, bu genç kızın kederli yüzünü görür ve ne bulduysa içindeki aşk birden depreşir, fırtınaya dönüşür.
Hiç tanımadığı yüz onun kaderidir artık. O yüz ki ona sihirli gelmişti; korkuyla bakan ve bakanın içine işleyen gözler bir anda onu yıldırım gibi çarpmış, içine işlemişti. Artık o yüzdeki kederli duruş, sonsuz vedanın trajik edası bir başkaydı, o yüzde kaybolmak, hatta onda yok olmak ona iyi gelecekti.
Madem Corday’ın o güzel kuğu inceliğindeki boynu giyotine kurban gitmişti, o da aynı kaderi yaşamalıydı. Ve öyle yaptı, gitti kendini ihbar etti ve giyotine hiç tanımadığı, sadece bir kez görerek çarpıldığı yüz uğruna seve seve gitti. Ve huzur içinde boynunu teslim etti.
Çünkü âşık olduğu o yüzle buluşmaya gidiyordu sonuç itibariyle…
***
Bizden biri, büyük şair Ahmed Arif de öyle değil mi?
O da Leyla Erbil’e, “Benim her şiirimde varsın ve olacaksın!” diyordu.
Ve ekliyordu: “Ama dünyanın en dehşet şiiri bile ‘sen’ olamaz.”
Ne güzel değil mi, sevdiğinizi göğün en tepelerine çıkarmak!
Onun için giyotini bile göze almak!
***
Balzac da böyleymiş; Fransız köylüsü olma halini hiç içine sindiremediği, soylu sınıfa terfi edip ‘mösyö’ sıfatını almak için büyük çaba harcadığı söylenir. Giysileri ve yaşadığı evi şatafatlı bir gösteri arenasına döndürmesi bu yüzdenmiş.
Bir çabası da yazmak konusunda olmuş, bütün gece boyu çalışırmış. Bu yüzden yetmiş dört cilt kitabı bu yaşama sığdırmış.
Fakat sevgi ve aşk konusunda bu kadar başarılı sayılmaz üstat.
Günün birinde Polonyalı soylu bir kadına takılmış, sevgiyi onda bulacağını ummuş bu köylü kılıklı yazarımız.
Bulmuş mu peki?
Kuşkulu çünkü kadın bu yorgun yazarı olmadık işlere sürmüş.
***
Öldüğünde Balzac, iyi bir aşkın bir tarafında olmayı başaramamış, üstelik o bodur Fransız köylü görüntüsü soylu sınıfın tarafına geçememiş.
Ama hakkını yemeyelim, elli bir yaşında bu dünyadan göçtüğünde iyi bir yazar olduğu herkes tarafından kabul görmüş!
***
Ah daha ne aşklar var!
Hamlet’in Ophelia’ya, Romeo’nun Juliet’e bağlandığı aşklar…
“Satıcının Ölümü”, “Bütün Oğullarım” gibi tiyatro oyunlarını yazan usta yazar Arthur Miller’ın görenlerin başını döndüren Marlyn Monroe ile olan aşkı…
Aslında başlı başına bir konu…
Ya Anna Karenina’nın Vronski’ye tutulması?
Ahmet Altan’ın sorduğu soruyu soralım burada; Vronski yakışıklı diye mi Anna ona vuruldu yoksa müthiş bencilliğini sezdiği için mi?
Ah zavallı Anna, Vronski’ye deli gibi tutulduğu anlarda adam kendi bencilliğini yaşıyordu.
Anna bunu gördüğünde yapacağı işi yaptı ve kendin bir trenin altına atıverdi.
Çekti gitti bu dünyadan, daha fazla dayanamadı…
***
Ne derseniz deyin, edebiyat dünyasındaki aşklar çoğunlukla deliliğe, ölüme, ihanete ve bencilliğe yakındır…
Ne zaman ki aşkın içindeki kor har’ını kaybedip küllenme başlıyor, öbür yan buna dayanamıyor.
Kendini de bu kor’un içine atıyor.
Anna Karenina gibi…
Biliyorum üzerinde durduğumuz aşklar ve sevgiler, içinde trajedisini de barındıranlardan…
Coşkun bir ırmağın akışındaki derinliği ve güzelliği barındıran aşklar, sevgiler yok mudur?
Herhalde çoğu böyledir.
Yoksa dünya başka türlü olurdu.
Yeni yılınız dilerim bu derin ırmağın akışı gibi olsun; sakin, güzel ve huzurlu!
…………………..
Yaşamayı Nasıl Özledim Bilsen!, Erdal Öz, mektup, Can Yayınları, 2017, İstanbul
Milena’ya Mektuplar, Franz Kafka, çeviri: Esen Tezel, mektup, Can Yayınları, 29. Baskı: 2016, İstanbul
Kristal Denizaltı, Ahmet Altan, roman, Everest Yayınları, Mart 2013, İstanbul
KAYNAK: https://www.gazeteyenigun.com.tr/makale/18670662/salim-cetin/sevgileri-nasil-da-ozlemisiz