Yaşadığım Kumbahçe Mahallesi’nde henüz bir okul yoktu ve bizim mahallenin çocukları Çarşıdaki Turgutreis İlkokuluna giderlerdi. Ben de 1959 yılında ilkokula Bodrum (Çarşı) merkezdeki, Turgut Reis İlkokulu’nda başladım. Ancak bizim mahalleye de bir okul inşaatına başlanmıştı.
Babamın çarşı içindeki meşhur bakkalı o zamanlar iyi çalışıyordu. Babamın zenginlik zamanları. Babamın okula başlayan ilk çocuğu olarak özene bezene donatıldım. Sırtta da taşınabilir askıları olan kırmızı bir okul çantası, her çocuğun rüyalarını süsleyebilecek kalitede ve şıklıkta. Okulun ilk günü babam beni okulun merdivenlerine kadar getirip haydi hayırlı olsun diye bıraktı. Okul yüksekçe bir yere inşa edildiğinden bir sürü merdiven çıktım. Bahçede sıraya girdik, sınıflara dağıtıldık ve eğitim serüvenim başladı. O gün ders yapmamıştık tanışma ve alışma günü. Ben çantayı sürekli taşıyıp duruyorum, öğle yemek arasında getir götür çantayla beraber geziyorum.
Gün sonu dersler bitti ve bahçede sıraya giriyoruz. Çantalar engel olmasın diye herkes çantasını bir yerlere bıraktı. Bende iniş merdivenin üst basamaklarından birine koydum, öyle girdim sıraya. Başöğretmen konuşmasını yaptı ve bizleri serbest bıraktı. Sıralardaki öğrenci güruhu kapıdan çıkıp merdivenlerden evine doğru koşuşturmakta, ben de aralarında sele kapılmış misali gidiyorum. Çantamın olduğu yere geldim, çantama bakındım göremedim. O ara çantamı önde giden bir çocuğun sırtında gördüm. Albenili bir okul çantası olduğundan ben buradayım diye kendini belli ediyordu. Ahaaaa! Benim çantamı almış çocuk diye takıldım peşine o önde ben arkada merdivenleri indik. Ben çocuğa yetiştim ancak, o benim çantam diyemiyorum. Çocuk benden çok büyük, belli ki birkaç sınıf üstte. Ağlayarak çocuğun arkasında çantamı işaret ederek yürüyorum. Çocuk bana garip garip bakıyor ve yürüyüşünü hızlandırdı çarşının içine doğru gidiyoruz. Dükkanımız okulun merdivenlerinin biraz ilerisindeydi. Mecburen bizim dükkânın önünden geçti. Ben de koşup dükkâna girdim ve babam beni ağlar görünce ‘ne oldu’ dedi. Ben de çocuğu işaret edip ‘çantamı aldı’ dedim.
O zaman henüz çarşı içindeki Ziraat Bankası inşa edilmemiş bankanın olduğu yerde Cevat Şakir’in diktiği ve kocaman olmuş bir Bellasombra ağacı vardı ve çocuk oraya kadar varmıştı. Babam çanta sırtında giden çocuğa baktı ve “gel len buraya” diye çocuğun arkasından bağırdı. Çocuk dönüp bize bakıyor ancak yürüyüşüne devam ediyordu. Babam bir kez daha bağırdı, çocuk durmadı. Babam çocuğa doğru seğirtti. Çocuk koşmaya başladı. Babam da arkasından koşturdu, ancak hemen ilerdeki dar sokaklara dalan çocuk kaçıp kayboldu. Babam yetişemeyip geri döndü nefes nefese, “iyi koşucuymuş kerata” deyip sordu bana “oğlum çantanı nasıl aldı o çocuk” diye ben de anlattım. Merdivenin başına koymuştum, sonra geldiğinde yoktu. Sonra çantamı o çocukta gördüm diye. O zamanlar kimsenin diğerinin malında gözü olmadığı, hırsızlık, gasp, kaptı kaçtı, gibi kelimeleri henüz duymadığımız günler. Babam olayda bir gariplik var hissiyle “oğlum çocuk senin çantanı niye alsın git bir daha bak koyduğun yere” diye beni okula gönderdi.
Gittim, artık her yer bomboş herkes gitmiş, merdivenleri çıkmaya başladım. Merdivenin en üst basamağının kenarında çantam tek başına duruyor. Pek bir rahatladım ve sevindim çantamı bulduğuma, aldım dükkâna gittim. Babam beni görünce o da rahatladı ancak biraz kızdı, “senin yüzünden el alemin çocuğunu korkuttuk, emin olmadan bir daha böyle şeyler yapma” diye de tembihledi. O çocuğun garip ve korku dolu bakışlarını hiç unutamadım, yaptığım haksızlık iz bıraktı. O çocuk zannedersem o dönem kasabamıza gelmiş bir memurun oğluydu. Babam muhtemelen bulup babasından özür dilemiştir. Kasabamız küçük bir oluşumdu böyle olaylar gargaraya gelmezdi. Ben akan çocuk seliyle çantamı koyduğum basamaktan birkaç basamak aşağıya inip çantamı bulamamıştım. Aynısını edinmiş bir başka çocukta da görünce olanlar olmuştu.
İkinci sömestre başlangıcında Kumbahçe ve Omurça Mahallelerindeki çocukları mahallemizde inşaatı biten Atatürk İlkokuluna transfer ettiler. O zamanlar sömestr tatilinin adı Şubat Tatili idi. Şubatın ilk günleri başlar, on beşi gibi sona eren, iki haftalık bir ara tatiliydi. Yeni okulumuzda öğretime başladık ancak sınıflar tam hazır olmadığından birkaç gün okulun karşısındaki “HALİT’İN KAHVESİ”inde ders görmüştük. Kahvehane gündüzleri genellikle boş olurdu ya da bizim için boşaltmışlardı. Birkaç gün de “ŞEHİR KULÜBÜ”nde ders gördükten sonra okula geçmiştik.
Kasabamızın Şehir Kulübü vardı. Üye olanlar gidebiliyordu, elbette parası olan üst düzey memur ve esnafın buluşup sohbet edip yemek yediği ve tavla ve benzeri oyunlar da oynadıkları bir kulüp. Cumhuriyet Caddesi’nde, belediyenin mülkü olan, daha sonra uzun yıllar kiraya verildi ve Kortan Restoran olarak çalıştırıldı. Bugün Belediyeye ait “Artemisia Sergi salonu” olarak kullanıyoruz.
Tahsil hayatıma böyle maceralı bir başlangıç yapmıştım ve Atatürk İlkokulu’nun birinci sınıfından başlayan ilk öğrencileriydik. Beş yıl sonunda okulu birinci sınıftan başlayıp mezun olan ilk öğrencilerinden biri olacaktım. O zamanlar okul sonu bitirme sınavları vardı, ortaokullarda da liselerde de aynı sistem uygulanıyordu. Ben ilk, orta ve lise mezuniyetlerimi yılsonu sınavlarına girerek aldım.
İlkokulun bitirme sınavına gireceğim. Sınıfın birinde müdür ve sınıf öğretmenleri birlikte oturur, teker teker çocukları içeri alırlar öğretmenler birkaç soru sorarlar ve cevapları alır öğrenciyi gönderirlerdi. O sabah annem beni okula gönderirken iki adet okunmuş pirinç tanesi verdi, “Bunları sınava girmeden yut, zihin açıklığı verir” dedi. Neyse sıram geldi pirinç tanelerini yuttum ve aldılar beni içeriye ve hiç sevmediğim bir sınav şekliyle baş başa kaldım Sözlü…
Birkaç soru sordular. Benim heyecandan elim ayağım titrer durumda ya hiç cevap veremedim ya da abuk sabuk cevaplar verdim. Bizim sınıf öğretmeni de oradaydı, öğretmenim çok sıkılmış olmalı, beni de çok severdi “Oğlum Ali bak sana son bir soru soracağım bilirsen geçersin” dedi ve sordu “İnsan Yanar mı?”… Şeytan dürttü “dikkat et bu şaşırtmacalı bir soru” dedi. Doğru cevabı bulmak için sağlama yapmaya başladım. Hayal ettim kibriti yakıp etime tutsam ya da birine tutsam eti alev alır mı? Alev alev yanar mı? İnsan kâğıt gibi tutuşur mu? Ve kararımı verdim “Yanmaz!” dedim. “Tamam oğlum çık” dediler.
Babam çok sonra söyledi. Okul müdürümüz gelmiş babama durumu anlatıp, “Senin oğlan çok zayıf. Ne yapalım bırakalım mı geçirelim mi?” diye sormuş. Babam o zamanın kalburüstü esnafı. Tanınırlığı var borçlu kalmak istemediğinden ve gururuna yediremediğinden, “Bırakın keratayı” demiş. Mezun olamamıştım. Bu çocuk adam olmaz serüvenim de o zaman başlamıştı
O kadar çok oyun oynuyorduk ki ders çalışmaya ne vaktimiz ne de takatimiz kalıyordu. Oyun oynamak hakkımızdı, dayak yeme pahasına söke söke alıyorduk. Genellikle kendi ürettiğimiz oyuncaklarla oynardık ya da ortamda bulunan materyaller oyuncağımız olurdu. Mahallenin en yaramazları arasında değildim ancak ortama da uyum sağlamaya mecburduk. Şeytanın da aylak zamanlarına raslıyorduk herhalde ki çok sık dürtüyordu.
Bir kış günü fırtınada dalgaların kalenin dibindeki tersaneden kaçırıp getirdiği kütükler vurdu sahilimize. İki metre civarı uzunlukta 20 cm. kadar çaplı, silindirik çam kütükleri. Sahil yolu üzerine çıkarıp yerde yuvarlama, üzerinde yürüme gibi uydurma oyunlar oynuyoruz. O zamanlar henüz turizm aklımızı başımızdan almadığı için Kumbahçe kıyı yolu yol kenarı evlerin bahçe duvarları ile sınırlı.
Bizim kütüklerle oynadığımız sırada bir otobüs geldi. Eskiden seyahat şirketleri, servise koyduğu yeni gelmiş otobüsleri “bakın bizim böyle bir otobüsümüz var” gibisine kasabalıya tanıtma amacıyla şehir turu attırır, müşteriyi kendi taraflarına çekmeye uğraşırlardı. Otobüsler, günümüzde kalabalıktan yürüme zorluğu çektiğimiz ve trafiğe kapatılan ve darlığı ile ünlü Cumhuriyet Caddesinden de geçerek bizim mahalleye ve mahallemizin bitimindeki Paşatarlası sınırından döner geri giderdi. O daracık caddeden mucizevi bir şekilde geçerdi. Gerçi cadde boyunca çok yavaş ve duvara neredeyse sürtünme mesafesinde ilerler, caddede yürümekte olan insanlar ya dükkanların kapı boşluklarına sığınır ya da duvara sıva olur yapışırlar otobüse yol verirlerdi. O zamanlar Bodrum Seyahat, Karadeveci, Aydın Turizm ve Pamukkale otobüs seyahat şirketleri vardı. Otobüs hangisinindi hatırlamıyorum.
Otobüs, Paşatarlası yokuşunu çıkıp geri dönmüş klakson çalarak çekilin bakayım geçeyim diyordu. Sahil yolumuz da Cumhuriyet Caddesi kadar olmasa bile yeterince dar sayılırdı. Otobüs geçsin diye biz de kütüğümüzü ayağımızın altına alıp evin bahçe duvarına yaslandık. Otobüs burnuma bir-iki karış mesafede yavaş yavaş geçmekte, arka tekerin tam önüme geldiği sırada şeytan dürttü, bakalım ne olacak hesabı ayağımın altındaki kütüğü tekerin önüne yuvarladım.
Bir gümbürtü koptu ki sormayın, benim aklım çıktı. Eh şoförün de aklı çıktı ki otobüs durdu. Otobüs durur durmaz ben topukladım ve daldım sokaklara dağlara doğru kaçtım. O zamanlar neredeyse her sokağın sonu dağlara çıkardı. Şoförün arabadan inip beni kovalayacağını tahmin etmek hiç zor değildi. Dağda biraz bekledim, otobüsün gittiğine emin olduktan sonra indim mahalleye. Tekerlekten seken kütük arabanın alt kısımlarına çarpmıştı, bana doğru geri fırlamaması şansımdı ancak şeytan bu, ne zaman dürteceği belli olmuyordu.
Bayramlarda çocukların eğlencesi mantar tabancalarımız vardı. İyi bayram harçlığı toplamışsak bir tane alır mantarları patlatarak eğlenirdik. Bu günlerde artık göremediğimiz “Mantar” adını verdiğimiz patlayan nesneyi bilmeyenlere tarif edeyim ki Fransız kalmasınlar.
Şişe mantarının üçte biri boyutunda sıkıştırılmış talaştan yapılmış kapsül, içine darbeyle patlayan madde eritilip konulmuş bir mamul ve bunu patlatacak da bir tabanca yaratılmış.
Mantar, tabancanın ucuna sıkıştırılır tetiğin çekilmesiyle fırlayan çiviye benzer sivri bir dil hızla bu maddeye vurunca oldukça yüksek gürültüde patlardı. Ufak tefek kazalar olmuyor değildi elbet ancak yüzüne gözüne gelmez ise çok önemli hasar yaratmıyordu.
Bazen tabancasını alacak parayı denkleştirememiş ancak mantarı alacak gücümüz olurdu. Mantarı alır onu patlatacak mekanizmayı icat ederdik. Kalınca telden küçük bir daire yapıp mantarı usulca telin arasına sıkıştırıp havaya fırlatırdık. Yere düşen tel darbeyle sıkışarak mantarın patlayan maddesine darbe yapar mantarı patlatırdı. Bazen mantarı telin arasına sokarken dikkatsizlik yaparsak patlar, elde küçük yanıklar oluşurdu.
Bir bayram günü edindiğim mantarları mahallede patlatıyorum. Benim satın almama gerek yoktu, babamın bakkal dükkanında satılırdı. Epeyce almışım ancak tabancasını almaya izin olmamış ki tel marifetiyle patlatıyordum. O ara toplaşıp ip atlayarak oynayan mahallenin kızlarının yanından geçiyorum, yine şeytan dürttü hazırladığım tel patlarını kızların arasına fırlattım ve mantar gitti de ip atlayan kızın omzunda patladı.
Işık hızıyla sokak aralarından yine dağa kaçtım, bu sefer iş ciddiydi ya kızın kulağına bir şey olduysa diye ödüm patlamıştı. Mahallemizin kızı, çok saygı duyduğumuz Ziraatçı Yalçın amcanın kızı idi. O gün akşam karanlığı basıncaya kadar dağdan inemedim. Dağdan inince de annemden sıkı bir azar işitmiştim, her ne kadar kazaen oldu mazeretim olsa da. Elbette şikâyet bizim eve gelmişti. Asıl sorunum sokağa nasıl çıkacaktım. Yalçın amcayla karşılaşmak kâbusum olmuştu. Çok uzun süre Yalçın amcaların evinin civarına yanaşamadım. Okula gidiş gelişlerde Yalçın amcaların evinin önünden geçmek gerekirdi. Konu soğuyana kadar okula arka yollardan gitmeyi seçmiştim.
“Eşek şakası” eski Bodrum yaşamımızda çok rastlanan doğal olaylardandı, biz çocuklara da şeytan dürtmesi miras kalmış…
Sağlıcakla kalın Saygılarımla. Ali DİZDAR