Süngercilik; Bodrum ekonomisine çok fazla tesir etmiş, bir döneme damgasını vurmuş, denizciliği geliştirip pekiştirmiş, çok fazla hatıra yaratmış, iz bırakmış, acılar yaşanmış bir konudur.
Oğlum Çağın, 2002 yılında Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi’ndeki dönem ödevi için SÜNGER AVCILARI’nı seçmiş, benden de yardım istemişti. Bodrumlu eski süngercilerle röportajlar yapmıştık. Röportajlarıyla meşhur olan “AKSONA MEMET” lakabıyla tanınan Mehmet BAŞ “Son Süngerci” adlı kitabıyla da döneme ve konuya gereken dokümanı sağlamaya çalışanlardan. Ve “KİRNO” lakaplı eski denizcilerden Hasan amca, Hasan DİKAN ile süngerciliğin geçmişiyle ilgili sohbetler etmiştik. Sonraki yıllarda Hasan amcayı 84 yaşında kaybettik rahmetle anıyorum.
İlk süngerciler “FORMA” ismi verilen dalgıç elbisesi sistemi ile dalıyorlardı. Forma dediğimiz sistemde; ayaklarında demir ayakkabı, üzerinde lastik bir elbise ve kafasında demir bir küre ve bu demir küreye tekneden hortumla hava basılan sistem. Deniz dibinde yürümeyi sağlamak ve olası yaralanmayı da önlemek için, ağır demir (döküm) ayakkabılardan başlayan ve kafasındaki kazana kadar devam eden, tulum şeklinde su geçirmez, lastik takviyeli elbise, dalgıcın boyun kısmında kazan denilen küre biçimindeki, yanlarda ve önünde pencereleri olan başlık ile birleştirilir ve kelebek vidalarla sıkılarak su sızdırmazlığı sağlanırdı. Dalgıç dibe batsın diye beline kurşun ağırlıklar bağlanır tüm bu dalgıç kıyafeti yaklaşık 50 kilogram gelirdi. Dalgıç, kafasına geçirilen başlığın tepesine bağlı olan uzun hortum vasıtasıyla tekneden başlığın içine pompalanan havayı teneffüs eder ve fazla hava başlıktaki supap vasıtasıyla dışarı atılırdı.
Teknede çalışan kompresörün pompaladığı hava uzun bir hortum vasıtasıyla dalgıca ulaştırılırdı. Henüz motorsuz devirlerde kompresörler kollu bir çark, insan gücü ile döndürülerek çalıştırılırdı. Motorlara kavuşunca kompresörler motora bağlandı ancak motorun durması veya acil durumlar için kollu sistem de mevcuttu. Kompresörler modernleşip küçülünce elle kullanılma mekanizması da yok oldu. Bu durumda herhangi bir aksilikte dalgıcı yukarıya sağ salim alabilecek havayı sağlamak için kompresöre bağlı büyük oksijen tüpleri benzeri iki tüp önceden hava ile doldurulmuş olarak beklerdi.
Bu forma dalışları bir süre sonra yerini maske, palet ve dalgıç elbiseleri kullanılarak yine kompresör marifetiyle tekneden uzatılan uzun hortumdan gelen hava, ağza alına regülatör vasıtasıyla nefes alınarak dalınan “NARGİLE” ismi verilen dalışlara geçildi. Bu geçişi İstanbul’dan gelen iki üniversiteli genç başarmıştı. Robert Kolej mezunu Baskın SOKULLU ve Tosun SEZEN isimli iki genç önlerindeki parlak karıyeri bir kenara iterek Bodrum’un çilekeş deniz emekçileri sünger avcılarına modern süngerciliği öğretmek üzere İstanbul’dan çıkıp Bodrum’a gelirler. 1958-59 Bodrum’da sünger dalgıçlığına başlarlar. Ve onların gelişi dalgıçlar için yeni bir devrin başlangıcı olur. Regülatörlü nargile ile dalışları yaygınlaştırıp eski forma dalgıçlığındaki vurgun kayıplarının önlenmesine ön ayak olurlar. Çok az bir süre sonra da teknede kompresör ile doldurulan günümüzün tüplü dalışlarına geçişin ilk adımlarını atarlar.
Dalmanın en önemli kuralı, su yüzüne çıkışların belli aralıklardaki derinliklerde bekleyerek kademeli olarak yapılmasıdır. Yoksa “VURGUN” denilen “DEKOMPRASYON HASTALIĞI” gerçekleşir. Soluduğumuz havada, yüzde 78 oranında bulunan azot gazı, normal şartlarda solunum yoluyla vücudumuza giremez. Ancak denizde derine inildikçe ortam basıncı artar ve 30 metreden sonra dalgıcın vücut basıncı, dış ortamdan yani suyun basıncından daha düşük kalır ve soluduğu havadaki azot, yüksek basınçlı ortamından düşük basınçlı ortama, yani dalan kişinin vücuduna hareket eder. Solunum yaptıkça, akciğerler yoluyla vücuda giren azot kanda, yağ dokusunda ve kemik dokusunda çözünerek birikir. Dalgıcın su yüzeyine doğru hareket etmesiyle, otuz metreden az su kütlesinden itibaren dalgıcın vücudundaki basınç dışarıdaki basınçtan yüksek olmaya başlamasından itibaren vücuttaki azot gazı da vücuttaki yüksek basınçtan dışarıdaki alçak basınca doğru hareket eder. Bu da solunum yoluyla olur ancak bu zaman isteyen bir süreçtir. Ve kademeli olarak belli derinliklerde bekleyerek azot gazının vücudu terk etmesi sağlanarak yüzeye çıkılır. Su yüzeyine çıkarken 30 metreden itibaren azot gazından kurtulmak için yapılan bu kademeli çıkma işlemine “AKSONA YAPMAK” diyoruz. Dalgıç herhangi bir nedenle henüz azot gazından kurtulmadan su yüzeyine çıkarsa, azot gazı vücut içinde sıkışıp kaldığından kan damarlarında ve dokularda baloncuklar oluşturur, sonuçta arıza, araz ya da ölüm gerçekleşir. Biz buna “VURGUN YEMEK” diyoruz.
Vurgun yememek için tüplü dalışlarda bu işlemi dalgıcın kendisi yapmak zorundadır. Forma ve Nargile ile dalışlarda da dalgıçları yukarı çeken kişilerce belli derinlilerde bekletilerek yapılırmış. Ancak bazı dalgıçlar hırs yapar dalma sürelerini uzatırlarmış. İşte bu gibi dalgıcın hırs yapıp dipte fazla kalması ve sağlığına dikkat etmemesi gibi sağlıksız durumların meydana getireceği muhtemel vurgun yemesi durumunu erkenden tespit ve müdahale için, dalgıç tekneye alındığında “VURGUN TESTİ” yapılırmış. Tekneye alınan dalgıcın, başlığı çıkarıldıktan hemen sonra, dalgıca bir sigara yakıp verilir, sigaradan birkaç nefes çeken dalgıç bayılırsa vurgun yemiş, bayılmazsa sağlam olarak kabul edilirmiş.
Hasan amca anlatıyor, babasının teknesinde çalışıyorken: “Biz o zaman çift forma ile dalış yapardık. Dalgıcın biri çıkar çıkmaz, diğer dalgıç dalardı. Dalgıcı aldık tekneye, hazır olan diğer dalgıcı biraz beklettik daldırmadık. Çıkan dalgıcın başlığını (kazanı) çıkarttık. Bir sigara yakıp verdiler, bir iki nefes çekti hooooop bayıldı. Hemen kazanı yeniden takıp dalgıcı denize attılar. Ben ve bir gemici denize atladık, kazandaki fazla havayı boşaltıp daldırdık. Dalgıç yavaş yavaş kendine geldi ve aksonaya (dekomprasyona) başladık. 20 kulaca (36 metre) yavaş yavaş indiriyoruz, yine yavaş yavaş yüzeye çıkarıyoruz. Akşama kadar aksonaya devam ettik, adamı kurtardık ancak ayakları tutmuyordu. Akşam depo teknesine götürdüler dalgıcı yürütme egzersizleri ile sabaha kadar uyutmadılar. Ertesi gün defne yaprağı, adaçayı ve daha birçok bitki karışımlarının kaynatılması ile elde edilen bir solüsyonu özel plastik havuza doldurup dalgıcı içine yatırıp, ayakları ovmaya başladılar. Her sabah da dalmaya gitmeden önce, vurgun yiyen dalgıca aksonsa yaptırır ve depo teknesine bırakırdık. Her gün biraz daha iyiye gitmesi sonucu on beş gün sonra artık ayakları iyice iyileşti ve yine dalmaya başlamıştı.”
Günümüzde bu işlem için böyle olayların bol olduğu yörelerdeki sağlık merkezlerinde, “BASINÇ ODASI” tesis edilir, denizde yapılan bu işlem uzmanlar kontrolünde sağlık merkezlerinde yapılır. Basında zaman zaman okuruz; basınç odası talepleri olur, çalışıyor çalışmıyor, kullanacak uzmanı yok, niçin yok, gibi bir sürü polemikle karşılaşırız. Günümüzde bile bu işi henüz rayına oturtamamışken geçmişte insanlarımız mecburen kendi işini kendi halleder durumdaydılar.
Dalgıç ile sünger toplamanın riskler çok fazla idi ancak zamanın yoksulluğunda ekmek parasına bu riski göze alıyorlardı. Vurgun yiyenler bazen kurtarılıyor, bazen sakat kalıyor bazen de ölüyorlardı. Bu riskleri göze alamayanlar ya da cesaret edemeyenler maddi yönden destek bulup “KANGAVA” süngerciliği yapmışlardı. Dalgıçların çıkaracağı kaliteye ve miktara erişemeselerde riski sıfırlıyorlardı.
KANGAVA : Deniz dibinden sürütme ağlarla yapılan sünger toplama yöntemi. Teknenin boyu nispetinde altı ile on metre uzunluğunda, demir bir borunun her iki ucuna döner birer demir tekerlek takılır. Bir aracın arkasından gelen römork misali deniz dibinde çekilerek ilerleyen bu tekerlekli aparata, boyu kadar ağzı olan bir ağ torba bağlanır. Bu torbanın alt ucunda yerde sürünerek gelen zincir, üst ucunda da yüzen mantar yaka olur ki torbanın ağzı açık kalsın. Yürüyen teknenin arkasından deniz dibinde ilerleyen bu aparatın arkasından yere sürtünerek gelen zincir, deniz dibinde (düz bir zeminde) bulunan süngerleri yerden kopararak torbaya aktarır. Ağırlaşan torba tekerlekle birlikte tekneye alınarak süngerler toplanır. Bu avlanma şekline “KANGAVA AVCILIĞI” bu işi yapan tekneye de “KANGAVA TEKNESİ denirdi. Günümüzde artık kalmadı. Onları sadece resimlerde görebiliyoruz.
Kangavaların deniz dibine yaptıkları tahribatların yanı sıra deniz diplerini tararken ağlara takılan bilhassa amfora tabir ettiğimiz tarihi testileri ve benzeri eserleri getirip müzeye kazandırdıklarını da unutamayız. Ancak bazen çıkarılan bu eserlerin müzeye tesliminde bürokrasinin verdiği bıkkınlık ve bazen de teknede bulunması başlarını derde sokuyor olmasından bıkan kangavacı, süngerci ve balıkçılar buldukları eserleri gersin geriye üstelik kırarak da denize geri attıklarını da söylerler.
Roportaj esnasında Hasan amcaya bu süngerlerin nerede kullanıldığını sormuştum.
“Ben de merak ediyordum sünger sattığım tüccarın birine sordum. Bu kadar sünger alıyorsunuz nerde kullanılıyor bunlar diye. O söyledi. Bizim “İPSATUR” dediğimiz süngerleri porselen eşyaları parlatmakta kullanıyorlarmış, “MELAT” dediğimiz süngerleri de küçük küçük kırpıp kadınlar koltukaltlarında ter emici olarak ve doğum kontrolü için kullanılırmış. “KABA SÜNGER” dediklerimizi de fabrikalarda temizlik için kullanıyorlarmış”
Bizler ise suni süngerle henüz tanışmadan önce; mutfakta, banyoda ve temizlik işlerinde, cilalama ve boyama işlerinde hep bu doğal süngerleri kullanırdık.
Bodrum’un merkezine en yakın ve Bodrum’un en büyük adası “KARAADA” arkasında yani şehirden görünmeyen güney yakasında “KAÇAKÇI KOYU” diye yerel halkın adlandırdığı küçük korunaklı bir girinti vardır. Günümüzde genellikle dalgıç teknelerinin durak ve dalış yeridir. Eskiden bu koy Yunanlı tüccarlara altın karşılığı sünger satılan yermiş. Bodrum’da depolanan süngerler adalardan gelen Yunanlı tüccarlarca alınırdı. Bazen Yunanlı tüccarların Türkiye’ye geliş gidiş ve gümrük masraflarından kaçındığı zamanlarda bizim süngercilerle gizlice buluşup sünger alışverişi yapılan yerimiz. Bu nedenle de kaçakçı koyu denmiş. Beklemekten sıkılan, paraya sıkışan süngercilerin mecburen razı olduğu bir satış yöntemi.
Akdeniz ve Ege Denizi’nde derin dalışlar, Marmara Denizi’nde alçak dalışlarla toplanan süngerler sığ sularda ve kıyı denizlerinde “AYNACI SANDALI” ile de toplanırlardı. Ege kıyılarımızda bol bulunan süngerler, sığ kıyılarımıza kadar üremişlerdi. Sefere gidilmediği, ara verildiği ya da daha fazlasına ihtiyaç hissetmeyen dalgıçlar, sığ sulardaki bu süngerleri toplamak için kullanılan bu sandallarla çok miktarda sünger toplamasalar da yeterli kazanç sağlayabiliyorlardı.
AYNACI SANDALI: Yaklaşık beş altı metre civarlarında boyu olan, içinde deniz dibini seyretmek için bir “AYNA” ve sünger çıkarmakta kullanılan “KAMAKA” dediğimiz bir sırık bulunan, eski zamanlarda sadece kürekle, daha sonraları motorla da yürütülen teknelerdi.
AYNA: 40-50 cm. çapında konik ya da silindir seklinde tenekeden yapılmış bir boru, yüksekliği yaklaşık 50-60 cm. alt tabanına kalın bir cam monte edilmiş deniz dibini seyretme aletine denirdi.
KAMAKA: Boyu dört beş metre civarında ve ucunda kancalı kısa zıpkını olan metal bir aparat monte edilmiş uzun bir sırık. Sığ sularda Kamakanın sivri ucu deniz dibindeki süngere saplanır, sivri ucun altındaki kancayla sünger yerden ya da taştan koparılarak alınırdı.
Aynayı kullanan kişi borunun cam takılı ucunu yaklaşık bir karış kadar denize daldırıp üzerinden bakarak, deniz maskesi takmış gibi deniz dibini büyütülmüş bir şekilde seyrederdi. Bu deniz dibini seyreden ve süngerleri görüp haber veren kişiye “AYNACI” denirdi. Görülen süngerler tarif üzerine ya kamaka denilen kancalı zıpkın ile alınır ya da dalgıç dalarak süngeri çıkartırdı. Yaz aylarında ayna kayığı ile sığ sularda denize girerek sünger çıkarmak zevkli ve kolay olabilirdi, ancak soğuk kış aylarında yapılmak istenirse kamaka daha çok tercih edilirdi. Yukarıdaki fotoğrafta sandalın her iki yanında görünen kamaka sırıklarıdır.
Sünger avcılığı önemini yitirmesi ve yasaklanmasından sonra aynacı sandalları işlevlerini yitirdi ve mecburen balıkçılığa döndüler. Süngercilerin kullandıkları “AYNA”yı balıkçılar bilhassa ahtapot avlamak için kullanır olmuşlardı ancak günümüzde artık kullanılmıyor.
Beş bin çeşidi bulunan deniz süngerlerinden, bizim süngerciler beş altı çeşidini ticari değeri nedeniyle topluyorlardı. Bir de gündelik işlerini kolaylaştıran, ticari değeri olmayan süngerler de vardı. “ASGELLE” diğer bir adı “PASPARAS” süngerleri adıyla anılan bir sünger.
“ASGELLE” süngerinin ticari değeri olmadığından, toplanıp ticareti yapılmıyordu. Fakat eski sünger avcılarımız bu süngerin çok iyi temizlik yaptığını keşfetmişler ki bulaşık yıkamada kullanmışlardır. Tabak, çanak, çatal, kaşık, tencere tüm bulaşığı deterjan kullanmadan bu süngerle pırıl pırıl yıkamışlar, zamanın yokluk ve maddi sıkıntılarına da çare bulmuşlardı. Doğayla barışık yaşamayı benimsemiş ve öğrenmişlerdi.
Bugünkü dünyaca ünlü sualtı müzelerimizi oluşturan buluntularda onların kılavuzluğu vardır. Deniz dibi dünyasının ve sualtı buluntularının kâşifleri ve neferleridirler. Süngere dalarken dalgıçlığı öğrenmişler ve liman inşaatları, batık çıkarma, sualtı keşifler gibi birçok deniz dibi işlemleri için işçi olmuşlardır.
Akdeniz’in her neresinde sünger varsa oraya sefer yapmışlar. Aylarca küçücük teknelerin içinde yaşamışlar, vurgun yiyerek hayatını kaybeden arkadaşlarını en yakın kıyıya defnetmişlerdir. Helalleşerek sefere gönderdiği, eşini, kardeşini, oğlunu ya da babasını kaybeden aileler; acı dolu yıllar yaşamıştır. Vurgun yiyip kurtulan dalgıçlar ise hayatı boyunca taşıyacağı arazlarla cebelleşmektedirler. Bir dönem Bodrum’un ekonomisine can veren sünger dalgıçlarının bu emeği anıtsallaşmayı hak etmiştir. Saygıyla anıyor ve selamlıyorum.
Saygılarımla. Ali DİZDAR