Özgür KAPLAN
Sabah (Pazar sabahı) Halk Tv izlerken Nurhak ve Sinan’lar için bir şeyler yazmayı düşündüm. Etem Öğretmenim o kadar güzel yazmış ki, vazgeçtim. Yazısını paylaşıyorum
TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE…
SİNAN CEMGİL
Etem ORUÇ
Aydın yöresinde bir türkü vardır: “Ay mı doğdu, gün mü doğdu, pınarbaşı köşküne..” diye devam eden. Bu köşk Sinan Cemgil’in anne dedesinin köşküydü. Dedesi Aydın ağır ceza hakimiydi. Dayısı da Avukat Nadim Müren, CHP Aydın milletvekili…
Sinan Cemgil ve arkadaşları aramızdan ayrılalı 52 yıl oldu. 31 Mayıs 1971’de Nurhak dağlarında girdiği çatışmada öldürüldü, diye yazdı gazeteler. Ne acılar ne yangınlar yaşandı. Genç yaşlarında aramızdan ayrılar bu yurtsever Gençler. Atatürkçü, tam bağımsız Türkiye’den yana olan bu gençlerin günahı neydi? ABD uşaklarına karşı çıkmak, halkı soyan ağalara ve para babalarına, kurulu düzenden kan emen sülüklere karşı koymak…
Halk arasında bir deyiş vardır:
“Türküleri yakanlar, kanunları yapanlardan daha uzun yaşarlar,” diye.
Evet o zalimlerin, tabak yalayıcılarının adları unutuldu gitti ama o yurtseverler halkının yüreğinde hâlâ yaşıyor. İnekli Köyü’nden bir vatandaş:
“Halk daha da çok seviyor şimdi o gençleri. Ağa Kenan Göksu’nun sözlerine uyarak onları vurmaya gidenler, olayı yakından bilenler de çok üzgünler şimdi. Kanıtlamak zor ama halk Kenan Göksu’nun kandırdığı adamlar tarafından o gençlerin vurulduğunu inanıyor. Vurduktan sonra da kendi adamı İnekli muhtarını yollayarak ihbar yapıp gelen askerler de sanki kendileri tarafından vurulmuş gibi rapor hazırlıyorlar.
Hatta çatışmaya katılan Fahrettin (öleli 12 yıl oldu) onlar bize ateş etmiyor, havaya ateş ediyorlardı. İsteselerdi bizim çoğumuzu haklarlardı ama yapmadılar. Sonradan adını gazetelerden öğrendiğim Sinan Cemgil’in yanındaki Kadir Manga, takla atarak bizim mermilerden kurtulmaya çalışıyordu. Bize kurşun sıkmıyordu. O takibe katılan herkes bunu böyle bilir. Sinan Cengil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan öldürülmüş, Mustafa Yalçıner ile Hacı Tonak yaralı olarak kaçmıştı askerlerin geldiğinde.
Ağanın vuranlara toprak vereceğim kandırmasıyla öldükten sonra bile kurşun sıktılar üzerlerine. Tuncer Sümer getirmiş onları buralara.” Bunların kanı yerde kalmaz demiş,” kahvede. Ağa o günden sonra çok korktu, köyünü de terk etti. Ama şimdi felç gibi bir şey olmuş, ellerini başını sallayıp duruyormuş. Görenler de:
“Ağaya Allah suçların cezasını bu dünyada da ödetiyor. O suçsuz, yurtsever gençleri öldürttün ya daha çok çekersin. Allah senin canını almaz da süründürür,” diyorlar.
Halk söylencesine göre öğretmen olan ağanın kızı da babasının bu kötülüğünden kurtulmak için demokratik derneklere üye olup para yardımı da yapıyormuş…” Şark kurnazı, üç kuruş çıkara kendini satan zavallı halk, ağa toprak vermeyince;
“Keşke o gençlere vuracağımıza onlarla beraber olup ağayı vursaydık,” diyenler de varmış şimdi.
Aradan 52 yıl geçti. Eşi Şirin Yazıcıoğlu Cemgil 12 Eylül baskısına dayanamayarak oğlunu da alıp Almanya’ya gider. Avukat olmasına karşın çok sıkıntılar yaşar. Ölesiye değin dönmez çok sevdiği, eşini kurban verdiği yurduna. 17 Nisan 2009’da hayata gözlerini yumunca, vasiyeti üzerine arkadaşları cenazesini Duisburg’tan alarak Sinan Cemgil’in mezarının yanına gömerler. Halkı için hayatını feda edenleri halkın anlamasına değin çok yıllar geçiyor.
Eskisi kadar ağaların da hükmü kalmamıştır oralarda. Ama sömürgeci güçler kabuk değiştirerek halkları soymayı devam ediyor. İnanıyorum ki insanlık var olduğu sürece iyilerle kötülerin savaşı hep devam edecek. Halkımız hangisini çok beslerse savaşı o kazanacak. Onurlu, kişilikli, dik başlı, yurtsever, tam bağımsızlıkçı o gençler sonsuza değin halkının yüreğinde yaşayacak. Türküler yakılmaya devam edecek…
Adıyaman’ın Gölbaşı İlçesine oğlunun cenazesini almaya giden Sinan Cemgil’in annesi Nazife Hanım, çevresine saran kadınlara;
“Bu benim oğlum Sinan, diğerleri de kardeşleri…. Bu güzel çocuklar bu ülkeyi, sizleri çok sevdiler. Başka hiçbir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekalı, güzel insanlardı. Dileselerdi, düzenin adamı olsalardı, baş üstünde gezdirilir, burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar. Sizler için öldüler. Onları eşkıya gibi bakmayın. Onlar eşkıya değil!” diyordu.
Nurhak Dağları’nın yeşili kızıla boyanmıştı. Karanlık bir el, “gök ekini biçer gibi” biçmişti güzelim gençleri… Yönlerini karanlığa çevirenler, belli bir bilinç düzeyine gelemeyenler, aydınlığı hiç göremezler. Aslında onlar, ülkemizin geleceğini aydınlatabilmek için genç yaşta mum olup eridiler. Bizim için öldüler. Onlar, ölümden öte güzel bir yol gördüler. Ya yurda baş olacaklar, ya da başlarını vereceklerdi…
“Ah çocuk, neyin kaldı verecek canından başka… Nerede bir fidan görsem yüreğim paramparça…”
Sanırım altmış sekiz yılının ekim aylarıydı. Öğretmenler sendikasının bahçesinde Şerafettin Kılıç Ağabey el sallıyordu. Yanına gittim.
“Bak seni kiminle tanıştıracağım.”
Yanında arkasında yeşil bir parke, ayağında potin, güler yüzlü bir delikanlı oturuyordu:
“Bu delikanlı Sinan Cemgil, devrimci hareketin önderlerinden. Arkadaşları ona hoca diyorlar. Oldukça birikimli biri,” diye tanıtırken yakışıklı gencin övgüden oldukça rahatsız olduğu yüzünün kızarmasından belliydi. Ben de yanlarına oturdum. Kendisinin de Aydınlı olduğunu anlatıyordu.
“Dedem Cemil Bey,1919 yılında Muğla ağır ceza reisidir. Yunan işgaline karşı Muğla’da kurulan, ilk Kuvayı Milliye’nin örgütünün reisi olur. Sonra Muğla’dan Aydın’a atanır ama Aydın işgal altında olduğu için Çine’ye yerleşir. İşgale karşı mücadelesini burada sürdürür. Demirci Mehmet Efe ve Yörük Ali Efe’lerle iletişim içindedir.
Yedi Eylül 1922’de Aydın, dokuz Eylülde de İzmir düşmanlardan temizlenince Çine’den Aydın’a gelip yerleşir. Cumhuriyet ilân edilince Mustafa Kemal, dedeme milletvekili olmasını teklif eder ama dedem:
“Memleketin bana burada ihtiyacı var,” diyerek görevine devam eder.
Sonraki yıllarda da ağır ceza reisliğinden ayrılarak serbest avukatlık yapmaya başlar. Bir süre CHP’nin Aydın il başkanlığı yapar Soyadı yasası çıkınca da “Müren” soyadını alır. 1938 yılında da fıtık ameliyatında yaşamını yitirir. “Ay mı doğdu, gün mü doğdu Pınarbaşı köşküne” diye türkülere konu olan ev de dedemin eviydi.”
Biz dinlerken o yumuşak bir sesle anlatıyor. Şerafettin Ağabey de başını sallayarak söylediklerini onaylıyordu. Kara gözlerinde ne bir telaş, ne de heyecan vardı. Usul usul anlatıyordu.
“Annem ilkokulu Aydın’da, ortaokulu İzmir’de Fransız okulunda yatılı okur. İzmir Kız Lisesi’ni okuyup bitirince 1932’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne kaydını yaptırır. Öğretmen olan annem Nazife Müren ile öğretmen Adnan Cemgil 1941 yılında Ankara’da evlenirler. Bu beraberlikten 15 Kasım 1944’te İstanbul’da ben dünyaya gelmişim. Yaşam öykümü iyi özetledim mi öğretmenim,” diyerek Şerafettin Ağabeyin elini dokunuyor. Şerafettin Ağabey de;
“Çok güzel anlattın Sinan. Senin bir de dayın vardı değil mi, Aydın CHP milletvekili?
“Evet, 1961-1965 arası milletvekiliydi. Ben de altmış beş yılında ODTÜ Mimarlık Fakültesine kaydımı yaptırınca bir yıl onun yanında kaldım. Dayım astım hastasıydı. Ankara’nın havası ona yaramadı. O Aydın’a dönünce de ben de yurtta kaldım.” O kadar içten ve güzel bir anlatımı vardı ki günlerce dinleyebilirdim. Şerafettin Ağabey;
“Kusura bakma genç öğretmenim. Sinan’la sendika toplantısına gideceğiz. Geç kalmayalım,” diyerek elimi sıkarak gittiler. İnsan güzeli, dünya tatlısı bir delikanlıydı Sinan… Sonraki yıllar rüzgârın fırtınaya dönüştüğü yıllardı. Gençlik eylemleri tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de yaman esiyordu. İşçi-köylü gazetelerini köy köy dağıtıyorduk.
Bize göre köylüler bir okudu mu gazeteyi hemen bizlere destek olacaklardı. Pek çok yerde olduğu gibi Aydın’da da toprak işgallerine başlandı. Karapınar’da, Yamalak’ta, Turanlar’da, Bafa Gölü’nde eylemler devam ediyordu. Fikir kulüplerinde kitaplar okunuyor, tartışmalar sürüyordu. O gün okuduklarımızı bu gün daha iyi anlıyoruz…
Tiyatrolar oynanıyor devrimci içerikli, pamuk tarlalarında, traktör arabalarını sahne yapıp oyunlar işçilere izletiliyor. Herkesin çok acelesi var. Küba devrimi İşçi, köylü, öğrenci üçgeniyle yapıldı ya bizler de cumhuriyetin eksik bıraktığı toprak reformu gibi oluşumları hemen tamamlayacağız.
O günlerin Ege Bölgesi DEV-GENÇ sorumlusu Mehmet Çavuş’la öğretmenler sendikası toplantısında tanışmıştık. Hüseyin İnan’la Yamalak’ta pamuk tarlasında. Fatma Teyzenin verdiği dürümü yiyordu gülerek. Teyze de başını okşuyordu. Doğu Perincek’le Yeniköy’de. Marş söyleyerek Karahayıt Köyü’ndeki kahveye girince, köylüler de tüfekle, sopayla koşturmuşlar. Onlar da Yeniköy’e sığınmışlardı.
Karapınar Köyü’ndeki toprak işgali orman özelliğini yitirmiş, hazine arazisine yapılmıştı. Terzi Oturak, Berber Selahattin, okuyan gençler önderleriydi. Arkadan değişik renkte giysileriyle, yeşil montlu, atkılı, kot pantolonlu, kimi sakallı, kimi sakalsız, sol görüşlü birçok gencin akınına uğradı köy.
Çoğu kentte doğmuş, kentte büyümüş köyü tanımayan kişilerdi. Köyü, köylüyü, onların sorunlarını, kültürünü, toprağı, küreği, kazmayı, tırpanı yeterince tanımadıkları için topak işgal etmiş bir köylü ile nasıl konuşulacağını bilemedikleri için onlarla kaynaşamıyorlardı. Konuşmaları daha çok kitap kokan, bilgili, seminer verirmiş gibi kendi kültür düzeylerine göre anlatmaya çalışıyorlardı.
Kimi gençler de köylüleri bir yana bırakıp, kendi aralarında tartışıyorlar, kendi kişiliklerini öne alarak, nasıl hızlı bir devrimci olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlardı. Bu davranışlar köylüler üzerinde derin bir kuşku ve güvensizlik yaratıyordu.
Sultanhisarlı İsmail Güldal, Kayranlı Hüseyin İsen halkın içinden yetişmiş aydınlar olduğu için zaman zaman arkadaşlarını uygun bir dille uyarmaya çalışıyorlardı ama pek dinleyen de yoktu. Bir yarış başlamıştı. Herkes kendi görüşündeki kişilerle dayanışma içindeydi. Amip gibi bölünmeler başlamıştı. Ankara’daki, İstanbul’daki eylemlerde bu durum açıkça görülüyordu.
24 Eylül 1969 tarihli gazeteler Taylan Özgür’ün öldürüldüğünü yazıyor. Yine gazetenin yazdığına göre; “ M. Taylan Özgür, İstanbul’a gelmeden birkaç gün önce Sinan Cemgil, Hüseyin İnan ve Alpaslan Özdoğan ODTÜ yurdunda otururken, Sinan Cemgil;
“Taylan, İstanbul’a gidiyorsun. Gel bir fotoğraf çektirelim. Bir iş olur, hiç olmazsa andaç olur,” der. Dördü fotoğraf çektirir. Sinan’ın hanımı Şirin Cemgil o sıra hamiledir. Taylan da Sinan’a, “ Gidip de dönmemek, gelip de görmemek var. Çocuğun doğduğu zaman kız da erkek de olsa adını Taylan koy,” der. Sinan, daha sonra doğan çocuğunun adını Taylan koyacaktır.
Sinan ve arkadaşları Ankara’dan ayrılırken Çağatay Anadol’a Allaha ısmarladık derler, boyunlarına sarılırlar.
”Ölecekmiş gibi bakma yüzümüze,” der Sinan. O da,
“Evet, çünkü aradığınız köylüyü bulamayacaksınız. Siz köylünün gözünde yabancısınız, devlet çok güçlüdür gözünde, hep ezilmeyi öğrenmiştir. Bu nedenle ikili oynar. Siz ölmeye gidiyorsunuz…”
Egemen güçler, işçinin, köylünün, öğrencinin, aydının dayanışmasından rahatsızdır. Aralarına ajanlar yerleştirip hareketi parçalamayı, üzerlerine gidilerek ellerine silah aldırmayı, banka soydurmayı yönlendirmiştir. Ardından da gök ekini biçmişlerdir. Kızıldere’de bir Ertuğrul Kürtçü kurtulmuş, o da “ acaba ajan mıydı” diye belleklerde iz bırakmıştır.
Yıllar sonra ODTÜ’de arabası yakılan Amerikan Büyükelçisi Commer, uçakla Londra’ya giderken, bir Türk gazetecinin;
“Arabanızı yakan gençler için şimdi ne düşünüyorsunuz?” diye sorduğunda Commer’in yanıtı oldukça ilginçtir.
“Ben bir Türk olsaydım, o gençlere tapar, anıtlarını diktirirdim. Ama unutmayın ki Amerikalıyım,” der. 31 Mayıs 1971 tarihinde Anadolu Ajansı:
“Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga askerlerle girdiği çatışma sırasında Nurhak Dağları’nda vuruldular,” diye duyurur. Nurhak Dağlarından nurlanarak sonsuzluğa doğru üç yıldız daha kayar…
Ulusların yaşları da insanlar gibidir. Bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk, yaşlılık gibi, altmışlı yıllar da Türkiye’nin çocukluktan gençliğe geçiş yıllarıydı. Sömürgeci güçler o günün zeki, yurtsever gençlerini, “gök ekini biçer gibi” biçince sonraki yıllarda yurtsever, özverili olgun insanları bulmak zorlaştı. Hatta bu katliama katılanlar bile sonradan, “kantarın topunu kaçırdık,” dediler.
Yiğittiler, merttiler, yurtsever ve duygusaldılar. Belki yeteri kadar derinlemesine bilgi sahibi olamadılar. İçlerinden geldiğince sevgililerini, sevdiklerini bile söyleyemediler. Ama tertemizdiler. Yurtlarını, halklarını satmadılar. Bireysel çıkarlarını hiçbir zaman ön plana çıkarmadılar. Ceplerindeki üç, beş kuruşu paylaşmayı bildiler. Bacımız dedikleri kız arkadaşlarına “ içlerinden vurulsalar bile” el uzatmadılar. Yaşasalar bugün içinde kıvrandığımız pek çok sorunu daha kolay şekilde aşabilirdik, o pırıl pırıl zekalardan, yararlanırdık diye düşünüyorum.
Aradan koskoca 51 geçti. Her birimiz bir yerlere savrulduk. Yıllar sonra bazılarımız bir araya geldik. Bulduktan sonra da acıların çokluğundan olsa gerek birbirimize ‘yeterince’ açılma olanağı bulamadık. Hepimiz çok yıpranmıştık. Bazılarımız sadece yaralı değil; yan yana görünmemek dikkati içindeydik. Ve daha da açıklısı birbirimize kuşkuyla bakıyorduk. Ya da yanımızda üçüncü bir kişi varsa hiç tanımıyorduk birbirimizi… Tedirgin bir ruh hali içindeydik çoğumuz.
O gün suç sayılan pek çok şey bugün suç değil. Hatta ülkeyi satmak bile… Karapınar Köyü’ndeki işgalde tarlaya dikilen zeytinler büyüdü. Her yıl ürün veriyor. Ama o günleri anımsayan pek yok. Bafa Gölü, çevre köylerdeki kooperatifleşen halka verilmişti, içinde pek balık kalmadı, çoraklaştı. Geçen yıl kıyısından geçerken bir arkadaşla,- acaba ağada mı kalsaydı- diye düşündük. Sadece toprak, göl vermekle de olmuyor, bilgi ve bilinç de vermek gerekiyor.
Can Yücel, Deniz Gezmiş için; “Acıyorsam sana anam avradım olsun/ Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!” diyordu. Aşk olsun 68 gençliğine! Sinan Cemgil’in Karacaahmet mezarlığındaki mezar taşında – SİNAN CEMGİL – 1944 -1971- İstanbul-Adıyaman- yazılı. Aşk olsun sana Sinan, yattığın yer ışıkla dolsun. İnanıyorum ki bir gün bu ışık karanlığı boğacak. Karanlığın en yoğun olduğu an, sabahın yaklaştığı zamandır.