Bodrum’a sürgüne gelen Cevat Şakir KABAAĞAÇLI’yı altın bulmuş gibi sevindiren Bodrum’un şirin görüntüsünün yanında entelektüel yaşamının çeşitliliğiydi. Yazdığı onca kitabın esin kaynağı, bu yaşamdan aldığı sinyaller ve etkileşimlerdir. Bodrumlunun sadece “BALIKÇI” tanımlamasıyla bağrına bastığı Cevat Şakir’in kanka düzeyinde dostluk kurduğu yerli karakterden biri de “PALUKO” lakaplı denizcidir. Cevat Şakir, Paluko’nun (Mustafa ESİM) ölümünden öyle etkilenmiştir ki bir dostuna yazdığı mektupta; “Paluko öldü… Paluko bile ölebiliyor” diye bahsetmesi, bir dost kaybetmenin yanı sıra, o kadar önemli bir figürün yitirilmiş olmasıdır.
Havasından mıdır, suyundan mıdır enteresan kişilik sanki yöre karakteri gibiydi, yüklenilmiş bir görev gibi normal olmak can sıkıcıydı. Herkes gündeme etki edecek bir etkinlik içerisindeydi. Sakin ve sessiz olandan “bugün bunun bir derdi var” diye endişe edilirdi.
Burada doğup büyümek de gerekmiyordu, sonradan yerleşseniz bile enteresan olmaya gönüllü ya da mecbur kalıyordunuz. Ve bu figürlerden o kadar çok vardı ki; balıkçı, fırıncı, ayakkabı boyacısı, fıstık satıcısı, dondurmacısı, bakkalı, köftecisi, kahvecisi, hamalı, berberi, manavı, kasabı, zabıtası, komiseri, trafik polisi, hakimi, savcısı, körü, sağırı, akıllısı, delisi… say say bitmez.
Yüzlerce enteresan karakteriyle harmanlanmış gözünü sevdiğimin kasaba yaşamımdan kesitler anlatmaya çalışıyorum ki; turizm sayesinde kazanıyor muyuz, kaybediyor muyuz anlayalım. Unutulan selamlaşmadan başlayalım.
Bodrum’un yaşayanları yolda karşılaştıklarında bırakın selamlaşmadan geçmeyi, birbirlerine esprili bir kelam etme çabası içinde olurlardı. Günün hangi saati olursa olsun yolda karşılaştığınız eş dost ile acele bir işiniz yoksa dakikalarca sohbet edilirdi. Günün hangi saati olursa olsun yürüdüğünüz yol kenarlarındaki hiçbir dükkânın önünden selam vermeden geçilmezdi, geçemezdiniz. Ayıplanırdınız. O zamanlarda ayıplanmak çok küçük düşürücüydü.
Akşam dükkânı kapatıp babamla birlikte eve gidişimiz tam bir ritüeldi. İşyeri Çarşı’da, ev Kumbahçe Mahallesi’nde idi. Cumhuriyet Caddesini boydan boya yürüyerek geçerdik. Çarşı’dan eve olsa olsa en çok on beş dakikada yürünürdü. Ancak geçtiğimiz her dükkânın önünde dururduk. Yolda karşılaşılanlarla ayaküstü sohbetleri yapılır, hâl hatır sorulur, espriler havada uçuşur; hatta fıkralar anlatılır, gülüşmeler, kahkahalar, hatır alışverişleri yapılarak öyle yavaş ilerlerdik ki eve 1-1,5 saatte zor varırdık.
Mahallemizde “SAMUT” lakaplı balıkçılık yapan bir abimiz vardı. “SAMUT” Giritli lisanında dilsiz demekti. Duyma ve konuşma özürlüydü. İşaret dillini bilmediği halde (bilse ne yazar anlayan yok ki) geveze biriydi. Her derdini, komik anılarını; el hareketleri, yüz mimikleri eşliğinde mükemmel anlatırdı. Yine dükkândan eve gittiğimiz akşamın birinde Samut ile yol yoldaşlığı yapıyoruz. Babamla bir muhabbete daldılar. El hareketleriyle hararetli hararetli sohbet kıyamet, sanki dilsiz alfabesinin mucidi iki prof. El hareketleri yetersiz geldiğinden vücuden anlatımlar devrede, hayran hayran onları izliyorum ve de çok gülesim geliyor. Ancak, büyüklerimizin yanında kahkaha atıp cak cak gülemediğimizden, çaktırmayayım diye de kıs kıs gülmekten nerdeyse altıma edecektim.
Günümüzde de hala, İzmir’in Kemeraltı’sı kadar rağbet gören, Bodrum’un en işlek ve kalabalık mekanı Cumhuriyet Caddesi’nde tek katlı küçücük bir dükkân vardı. Meşhur Ali GÜVEN’in ayakkabıcı dükkânı. O’na “Ali Abi” diyemezdik, yakışmazdı da. Çünkü o bir marka idi. O ALİ GÜVEN idi. Onun markası Bodrum markasının önüne geçmiş, daha Bodrum’un ünü yayılmamışken “ALİ GÜVEN” ünü Amerika’ya varmış ve çoktan Dünya’nın birçok ünlüsüne sandalet giydirmişti. Başka bir isim ya da sıfat onu ifade edemezdi. O Türkiye’de ilk sandaleti ve en güzel sandaleti yapan usta idi.
Kumbahçe ve Omurça Mahallesi’nde oturanlar; çarşıya, okula, işe ya da gezmeye gidenken onun dükkanının önünden geçmek zorundadırlar. Genellikle Ali GÜVEN içerde çalışıyor olurdu, samimi olmanız önemli değildi. “Günaydın Ali Güven” veya “Merhaba Ali Güven” diye yüksek sesle selamlayarak, zaman zaman da küçük sataşmalar yaparak geçerdik.
“Merhabaaaaaaa” diye uzatarak karşılık verirdi.
Günümüzde artık nadiren duyduğumuz Bodrumlunun sürekli zikrettiği “MERHABA” kelimesi Cevat Şakir’den mi Bodrumluya yoksa Bodrumludan mı Cevat Şakir’in ağzına pelesenk olmuş bilemiyoruz. İşte bu eskilerden devir aldığımız “Merhaba” selamlamasını hepimiz gibi Ali GÜVEN de hakkını vererek kullanırdı. “Merhaba” seslenişinin tonlaması bir selamlama prosedüründen çok bazen “Dostlarınızı Unutmayın” ikazı gibi olur, bazen “Selam Dostum” bazen de “Canım Sıkkın Bu Gün Sataşma Bana” hatırlatması olurdu.
Kazara ya da dalgınlıkla dükkânın önünden sessizce geçecek olsak, “Ne O! Selam Sabah Yok Mu?” diye seslenerek utandırırdı. Bu serzeniş şahsına yapılmış bir nezaketsizlikten çok dostların veya insanların birbirlerine saygı sevgi içerisinde olmasının gereğini hatırlatırdı.
Fıstıkçı Ali Dayı (Ali BATI) sepeti kolunda cadde ve sokaklarda gezerek kavrulmuş kabuklu fıstık satardı. Ali dayı Girit göçmenleri topluluğundan, Kos Adasında yaşadığı zamanlarda orta yaşlarında iken kalp krizinden ya da öyle zannedildiği bir nedenle vefat etmiş, namazı kılınıp gömülmeye götürülürken canlanıp tabutunda doğrulunca cemaat korkudan Ali Dayı’yı yere çaldığı gibi bırakıp kaçmışlar. Ali Dayı bu ölüp dirilme olayından sonra kendini koyverip alkole sarıldığı için günün her saati sarhoş gezerdi. Sepeti kolunda fıstık satarken rastladığı, seyircisi bol toplanma yerlerinde, davul zurna da varsa sepeti kolunda oynar, bazen bir sokak köşesinde yorgunluk ve sarhoşluktan uyur kalır çocuklar fıstıklarını aşırırlardı.
Ali dayının fıstık satarken dilinden düşürmediği iki türküsü vardı birisi müstehcen sözleri nedeniyle yazamadığım “ŞİPŞAKLA” diğeri de “KARA BİBERİM” türküsü. Fıstık satarken Kara Biberim’in mısralarını mani gibi söyleye söyleye yürürdü. Bu manilerden birazını analım.
Şu daracık sokaklar, yârim şeker ufaklar
Bulgur olsun dökülsün, seni de öpen dudaklar
Ay doğar kıp kırmızı, sevdiğim cavır gızı
Sevdiğimi verseler, istemem basit kızı
Hendekten atladın mı, nergizi topladın mı
Oğlan diyor yatalım, gız diyor çatladın mı
Karanfilsin bibersin, inkâr etme güzelsin
Gız dünyamı dar ettin, ahırette çekersin
Alıveren makası, iki gömlek yakası
Oğlanlar hep çalışsın, gızlara manto parası.
Yaşlanana kadar yalınayak gezdiğinden yayvanlaşan ayaklarından ötürü “PİTA İBRAM” lakaplı, sonraları terlikle dolaşmaya başlayınca dedesinin lakabıyla “ŞALVARAĞA İBRAM” lakabıyla anılan İbrahim KARABAK, Cumhuriyet Caddesi’ndeki bakkalında el yapımı ayranını caddeyi inleten sesiyle bağırarak satarken “ABUHAYAT BU” ile başlayan söylemleriyle ayran’a allandıra ballandıra, öyle bir kalite katardı ki zemzem suyu yanında değerini yitirirdi.
Zaman zaman, eşeğinin her iki yanına yerleştirdiği küfelere, ağabeyinin Şalvarağa Fırınından doldurduğu ekmekleri, sokak sokak gezerek satan ve rekabete ilginç boyutlar katan İbram amcanın; Eşeği ile çıktığı ekmek satışları, zamanla teslimata dönüşmüştü. Belirli adreslere belirli miktarlarda ekmek teslim döneminde bazen işi olur ekmek teslimatına yeğenleri gönderirdi. Teslimat adreslerini bilemeyen yeğenlere “siz sadece eşeğe deh deyin o gideceği adresi bilir, durduğu kapı önünde kapıyı çalıp ekmekleri teslim edin, sonra tekrar deh deyin o gideceği sonraki yerini de bilir” diye gönderirdi. Teslimatı eşek yapar yeğenler refakat ederlerdi.
Ayakkabı boyacısı bedensel engelli “YAVALET ALİ” çarşıdaki Han’ın girişinde küçük bedeniyle kocaman boyacı sandığının arkasında oturur, tüm esnaf neredeyse her gün çırağı ile ayakkabısını gönderir boyatırdı. Bekleteceği müşterisine terlik verir ayakkabısını bıraktırırdı. Ağzından hiç sigara eksik olmaz, içtiği sigaranın külünü illaki boyadığı ayakkabının üzerine düşürür, “daha iyi parlar” diye yaptığı işe kalite kattığını söylerdi.
Çarşı esnafı sabahın erken saatlerinden itibaren kahvaltısını rutin olarak Nasip ŞEKER’in köfteci dükkanında, kömür ateşinde pişirdiği nefis şiş köfteleriyle yapardı. Çarşı kahvecisi sabah ezanından sonra dükkanını açmadan önce gelir sabah kahvaltısında bu köfteyle bir 35’lik devirirdi.
“TEKAÜT” lakablı berber (İbrahim ER) usturayı kullanırken elim titremesin bahanesiyle tıraş arası, dükkânın bir köşesini kapattığı perde arkasında bir tek atar, tıraş ederken bir gözü dışarıyı süzer, kapı önünden geçen kimseyi kaçırmaz atışarak selamlaşırdı.
Emniyet amiri “KOVBOY” lakaplı Mustafa YEŞİLOVA, kovboy şapkasıyla gezer, cadde sokak dolaşır esnafla sohbet ederdi.
Emekli bankacı “HUG” lakaplı Enver KAYADOR, kendine kızılderili kısvesi biçmiş, Kızılderili kıyafetiyle dolaşır, Kızılderili selamı verir, turistlerle fotoğraf çektirir, gazetelere at üstünde poz verir turizmi çeşitlendirirdi.
Trafik polisi Celalettin OĞUZTAN çok süslediği afili motosikletiyle belediye meydanında nöbet tutar, gelen geçenle şakalaşır, halkın sevgisine mazhar olup “SÜSLÜ” lakabıyla sevilirdi.
Bodrum Orta Okulu’na tayinle gelmiş Fransızca ve Coğrafya öğretmenimiz Mustafa HİMMETOĞLU, lakabı olmayanı tanımıyorlar diye kendine “HEY YAVRUM HEY” lakabını söyleye söyleye benimsetmişti. Emekli olduğunda Bodrum’u terk edememiş, deniz kenarındaki evini restorana çevirmişti. İsmini “HEY YAVRUM HEY” koyduğu restoranında, masasını denizin içine taşıyan müşterilerini büyük bir zevkle ağırlardı.
Bodrum’un bu denli hızlı turizm kentine dönüşmesi ve popüler olmasının altında bu enteresanlığının yanında sınırları aşan hoşgörülülüğü de yatar.
60’lı yıllarda, Alman ve Fransız turistler sahilde, yerli halkın henüz rastlamadığı bikini ve hatta tanga mayolarıyla denize girdiklerinde, ahali başını çevirmekle yetinmişti. 70’li yıllarda, mayo ve şortlarımızla restoranlarda oturabilir, turistler bikinileriyle pazarda alışveriş yaparlardı.
Bir de GUGU’yu anlatayım ki, yerelin hoşgörü eşiğinin ne kadar yüksek olduğunu da tam algılayın.
Kızılhisarlı Mustafa Paşa Camisi ismini hatırlamamız zor olduğundan, LİMAN CAMİSİ olarak tarif ettiğimiz caminin müezzini bizim Kumbahçe Mahallesinde otururdu. Çok güzel de ezan okurdu. O zaman yayın sistemi yok elbet. Minareden kendi sesiyle, ezanı bizim mahalleden duyulurdu. İşte bu imamın yaşça benden büyük, doğuştan beyinsel engelli bir oğlu vardı Turgut AKSU. Turgut konuşma ve ezberleme zorluğu yaşamakta bazı kelimelere dili dönmediğinden kendi ismine de dili dönmemiş ve Turgut isminin Gu hecesinden yola çıkarak kendi adını “GUGU” olarak telaffuz ederdi. Doğal olarak okula gidemeyen Turgut’un okuması yazması yoktu. Turgut boylu poslu normal görünümlü bir genç. Artık bıyıklarının terlediği zamanlar. Mahallede ev ev dolaşır, belediye görevlisi memur gibi elektrik ve su saatlerini okuma görevi yapardı.
GUGU’nun dokunma konusunda da bir alerjisi vardı. Kapıya gelir kapıya elle vurmaz ağzıyla “Tak, Tak Tak, Gugu Geldi, Gugu Geldi” diye bağırır biraz bekler, asla kapıyı açıp girmezdi. Kapılarımız kilitli değildi. Dışarıdan rahatlıkla açılıp girilebilirdi. Kapıyı açan olmazsa tekrar aynı şekilde bağırır, cevap alamazsa üzgün bir şekilde bir sonraki eve geçerdi. Annem duyduğu ilk “Tak Tak Tak” da ses verir “Hoşgeldin Turgut Bekle Geliyorum” diye içerden seslenirdi. Onun üzülüp gitmesine gönlü razı olmazdı.
Avlulu Eski Bodrum Evleri, evden avluya çıkıp dış kapıyı açacak ve illaki elinde bir iş vardır. Eski yaşamımızda bir kadının boş oturabildiği bir an yoktu. Çamaşır, bulaşık elde yıkanırdı. Yemek gazocağında ya da odun ateşinde yapılıp evde on nüfus doyurulurdu. Delik çoraplar yamanır; ütü, dikiş, örgü derken 24 saat yetersiz kalırdı.
Annem, Gugu gelince elindeki işi bırakır, avluya çıkardı. Gidip dış kapıyı açar tekrar “Hoş Geldin Turgut” diye karşılardı. Gugu’nun kucağında sıkı sıkıya sarılarak tuttuğu bir defter ve elinde bir kalem olurdu. Gugu, “Okucem, Okucem, Okucem, Okucem” der; annem de buyur diyerek içeri alırdı.
O zamanlar elektrik saatleri evin içinde, su saatleri ise avludaydı. Gugu; yiyecek, para, ya da verilecek herhangi bir şey kabul etmezdi. Evin içine de girmezdi. Mecburen su saatine yönelirdi. Su saatini işaret ederek “Açıvese, Açıvese, Açıvese, Açıvese” diye kelimeyi dört kez tekrar ederdi. Bu onun ısrarla saati okumak istediğini ve lütfen kapağını açarmısın dileğini anlatırdı. Annem su saatinin kapağını açardı. Gugu saate bakar “Okuvese, Okuvese, Okuvese, Okuvese” diye dileğini söylerdi. Annem yine eğilir okuyor gibi yapar Gugu’nun bildiği ya da ezberleyebildiği “BİR, ÜŞ, BEŞ”rakamlarından birini söylerdi. Gugu rakamı tekrarladıktan sonra elindeki defter kalemi uzatır “Yazıvese, Yazıvese, Yazıvese, Yazıvese” isteğini belirtirdi. Annem defteri alır üzerine söylenen rakamı yazar, Gugu’ya iade ederdi. Defterine tekrar sıkıca sarılan Turgut mutluluktan zıplaya zıplaya sevinç çığlıklarıyla evden çıkardı. Hepimizin yüzünde silinmesi zor mutluluk gülümsemesi asılı kalırdı. Turgut gün boyu sokak sokak ev ev dolaşır ve bu enstantaneyi yaşardı. Hiç kimse Gugu’yu evine almaktan sakınmaz, kapıya gelen Gugu’yu duymamazlıktan da gelmezdi. Biz bu enstantaneyi Eski Bodrum günlerinde haftada bir yaşardık.
Daha nice yaşam formlarımızı turizm canavarına kaptırdık…. Karşılığı….ÜŞ KURUŞ…
NİCE YILLARA…Saygılarımla Ali DİZDAR.