Soğuk bir kış günüydü. İzmir’in havasını bilirsiniz. Hiç ummadığınız bir anda pırıl pırıl güneş çıkar ısıtıverir içinizi. Bir bakarsınız paldır küldür yağmur indireverir tepenize. Yağmur, güneş, rüzgar derken, en umutsuz anınızda bulutların arasından bir gökkuşağı aydınlatıverir dünyanızı. Sonra kavurucu yaz sıcakları gelivermiş. Kar yağmaz İzmir’e. Binde bir, o da yağmakla yağmamak arasında. Kısacası ılıman bir iklimi vardır.
Kış aylarının en soğuk günlerinden biriydi. Dışarıda yağmurun sesi, rüzgarın sesine karışmış, soğuk terör estiriyordu.
Belkıza çalan saatin sesiyle gözlerini açtı. Yattığı yerden saatin zilinin sesini el yordamıyla kapattı. Şöyle etrafına bakındı. Her yer zifiri karanlıktı. Sabahın köründe kalkmak zorundaydı. Zaten alışıktı bu duruma.
Köyünde sabahlar hep çok erken başlardı. Gözlerini tavana dikti. O karanlıkta köyü öylece ona gülümsüyordu. Karlı dağları, bahçede gıdaklayan tavukları, sokakta havlayan köpekler, komşusu Hörü Bacı… Burnunun direği sızladı. Köyünü özlemişti. Çocuklarını okutmak için Kütahya, Gediz ‘ den, İzmir’e gelmişlerdi. İzmir ‘ de yaşam hiç de kolay değildi.
Bu düşünceler içerisinde yatakta bir sağa, bir sola derin derin esnedi…
Kalk Belkıza kalk. İşler seni bekler diyerek yataktan fırladı.
İlk işi sobasını yaktı. Üzerine çay suyunu koydu. Mutfakta, sininin üzerine zeytin, peynir, reçel gibi kahvaltılık malzemelerini dizdi. O sırada çay suyu kaynamış, çaydanlıktan ses geliyordu. Koştu çayı demledi.
Eşi ve iki oğlu mışıl mışıl uyuyorlardı henüz. Çayın mis gibi kokusu odada yayılmaya başladı. Çay kokusunu alan Ali gözlerini açtı. İşte yine sabah olmuştu. İçinde nedenini bilmediği bir sıkıntıyla yataktan kalktı. Belkıza kahvaltı sofrasını kurmuştu bile.
Ali isteksiz bir sesle günaydın dedi. Ve ilave etti. Çocuklar kalkmadı mı daha? Belkıza çayları bardaklara doldurduktan sonra iki oğlunu kaldırdı. Dışarda yağmur ve rüzgarın sesi evin camlarını dövüyordu. Hava zifiri karanlıktı. Sessizce kahvaltılarını yaptılar. Hazırlandılar. Gitmenin vakti çoktan gelmişti. Ali ve iki oğlu Belkıza’ ya veda edip düştüler yola.
Belkıza camın ardından uzun uzun onlara baktı. Nasıl da seviyordu onları. ” Ayaklarınıza taş değmesin.” diyerek dualar okudu. Ve ev işlerine kaldığı yerden devam etti.
Ali, önce oğlanlarını okullarına bıraktı. Onları kendisi getirip, götürüyordu. Ortam karışıktı. 12 Eylül faşist darbesi olmuştu. Sürek avı yapar gibi, insan avı başlamıştı. Her şey birbirine girmiş, kimin ne yaptığı belli değildi…
Ali, paltosunun yakasını biraz daha kaldırdı. Soğuktan iyice büzülmüş, hızlı hızlı yürüyordu. Evinden iki mahalle aşağıda bir kahvehane çalıştırıyordu. Kapıya geldiğinde elleri soğuktan uyuşmuştu. Anahtarı zorla çevirdi, kapıyı açtı. İçerisi havalansın diye camları açmaya çalışırken, hırpani kılıklı iki adam içeri girip en yakındaki masaya oturdular.
Ali ‘nin canı sıkıldı. Bu saatte, daha çayı bile demlememişken, bunlarda kimdi?
Henüz çay yok beyler dedi.
Hırpani kılıklı adamlardan biri, olsun, az şekerli kahve yaparsan içeriz dedi.
Ali, öfkeyle cezvenin içine kahve ve suyu koyarak cezveyi ocağa sürdü.
Tedirgin olmuştu. Evet yıllarca devrimci mücadelenin içinde aktif olarak yer bulunmuştu. Çok da bedeller ödemişti. Birgün Konak ‘taki köprüde TDKP nin kurulduğunu ilan eden pankartını asarken jandarma tarafından diz kapağından vurulup düştüğünden beri çekmediği kalmamıştı.
Yıllarca hapis yatmıştı. Yiğit, korkusuzdu. Davası uğruna çok sevdiği, istediği Matematik öğretmenliğinden bile kopmuştu. Bu yüzden de polislerden ve sivillerden uzak durmayı yeğlerdi.
Ali, bir çırpıda bunları düşündü. Dur bakalım dedi. Bu adamlar pek tekin görünmüyorlardı.
Tam bu sırada kahve olmuş, fincanlara dolduruyordu. Sert bir şekilde kahveleri iki adamın masasına bıraktı.
Ooo dedi adamlardan biri. Bu ne şiddet Ali Bey, sabah sabah gene neye kızdın?
Ali, şöyle bir sert sert baktı. Hiç yanıt vermeden işinin başına döndü.
Bu kez diğer adam başladı.
Ne o Ali Bey, örgütün sana sahip çıkmadı mı? Buralarda sürünüyorsun dedi ve devam etti. Bizimle iş birliği yapsaydın, şimdi paşalar gibi yaşardın. Hiç sana kahvehane köşelerinde çalışmak yakışıyor mu? Gel inat etme, ver bize isimleri mutlu mesut yaşa.
Ali ‘nin birden tepesi attı. Yüzü sinirden kıpkırmızı kesildi. Yutkundu olmadı bir daha yutkundu.
Gayet tok ve kendinden emin bir şekilde ayağa kalktı. Kesin bir dille, görüyorum ki kahvelerinizi içmişsiniz. Benim örgütle bir bağım kalmadı. Şimdi kalkın ve efendice defolun buradan dedi.
Sivil polisler neye uğradıklarını şaşırdılar.
Sen bilirsin. Ama sen yine de bir düşün istersen. Bu sefalet çekilir gibi değil. Sen değilse bile çocukların rahat eder dediklerinde kan iyice beynine sıçradı.
Siz dedi siz, benim çocuklarımı ağzınıza bir daha almayın. Elimden bir kaza çıkmadan defolun diyorum size diye haykırdı.
Adamlar sen bilirsin, yine görüşeceğiz deyip gittiler.
Ali, ne yapacağını şaşırdı. Çocukları geldi gözlerinin önüne. Onları nasıl koruyup kollamak gerektiğini düşündü. Eli ayağına dolanmış, sinirden elleri titriyordu. Adamlar, resmen çocuklarıyla tehdit etmişlerdi…
Bugüne kadar kendisi adına hiç korkusu olmamıştı. Gözü karaydı. İnandıkları uğruna bir gün olsun geri adım atmamıştı. Ama çocukları öyle miydi ya… Onlar yaşamı, yaşamın acımasızlığını henüz bilmiyorlardı.
O gün çalışmak hiç içinden gelmiyordu. Çocuklarının okul çıkışı saatine kadar oyalandı. Sonra da her şeyi toparlayıp, kapıyı kilitledi. Burasının güvenliği kalmamıştı artık.
Doğruca çocuklarının okuluna gitti ve onları alıp, evinin yolunu tuttu.
Biliyordu ki, beşik kertmesiyle evlendiği karısı Belkıza dört gözle onları bekliyordu. O çok vefalı bir kadındı. Her düşmesinden sonra onu hep sevgiyle kucaklamıştı. Yine öyle olacaktı biliyordu.
Ali’nin öyküsü burada bitti mi dersiniz? Biter mi hiç… Gün ola harman ola. Bakarsınız devamı gelir. Çekilenler öyle bir çırpıda anlatılacak gibi değil.
Yutkuna, yutkuna, sindire, sindire, acılara direne direne gelmedik mi bu günlere?
Gün gün ile barışmalı
Kardeş kardeş duruşmalı
Öpüşmeli, koklaşmalı
Korka korka yaşamak ne…
demiş Hasan Hüseyin. Biz de hep bunu istemedik mi ?
Sevginin, barışın, huzurun, eşitliğin olduğu bir dünyada korkusuzca yaşamak ve yaşatmak değil miydi mücadelemiz?
KAHROLSUNLAR DEMİYORUM, KAHROLMASINLARDA GÖRSÜNLER BİZİ !..