Yarım asır olmuş nefes alalı, yarım yüzyıl, yani elli koca yıl. Ahlar, vahlar, ohlar içinde bir hayat. Kimi zaman Çileli, kimi zaman keyifli geçen bir ömür. Baktıkça geriye sanki bir nefes gibi, sanki gözünü bir açıp kapatmışsın gibi, sanki bir solukta tüm dünyanın etrafında koşup gelmişsin gibi. Oysa bir merdiven çıktığında ağrıyan bu dizler, koştuğum da kesilen bu nefes, başımdaki ak saçlar, alnımdaki kırışıklar bu hayatın hiç de öyle bir solukta geçip gittiğini söylemiyor.
Çok pişmanlıklar var içinde bu ömrün, çok ah etmişliklerimde.
Bazen diyorum neden çok sevdin? İyi tamam sevdin de niye içine attın? Acısı mı hoşuma gidiyordu? İçin için kanaması mı? Bilmiyorum. Belki de içimde bir yerlerimin uç uç kelebek gibi olmasıydı beni sevmeye iten. Veyahut çocukluğumda gün boyu temizlik yaptığım, gece bedava girdiğim yazlık sinemalarda izlediğim Ayhan Işık, Belgin Doruk filmleriydi sebep. Ya da siyah beyaz fotoromanlardı. Kız zengin oğlan fakir olurdu o filmlerde, o fotoromanlarda. Tam bana göreydi aslında, fakir oğlan bana uyuyordu. Sevdiğim kızlar da benden zengindi. Nereden mi biliyorum? Çünkü evlerinin önünde arabaları vardı o kızların. Okula arabayla gelirlerdi. Ve çok zaman onlar okulda öğrenci ben okul önünde gevrek satan oğlandım.
Sonra sıkıldım o romantik filmlerden Yılmaz Güney filmlerine tutuldum. Onun filmlerini izlemek için sinema, sinema dolaşıyordum. Yürüyüşüm bile değişmişti artık, bir omuzu mu düşürerek yürüyordum. Arkadaş ortamlarında racon kesiyor, diklenen olursa hemen kavgaya tutuşuyordum. Zaman geçiyordu filmler değişiyordu. Yılmaz Güney de değişiyordu. Artık mahalle kavgasının yerini ekmek kavgası alıyordu. Grev, sendika, ezen, ezilen, işçi, patron alıyordu. Kavga artık yönetenlerleydi, kavga devletleydi. Bende büyüyordum ve farkına varıyordum. Çocukluğumun geçtiği İzmir Yeşildere’yi hatırlıyorum birçok deri fabrikasının olduğu o Yeşildere’yi. O fabrikaların önü grev çadırlarıyla doluydu. Halay çeken, kol kola girmiş insanlar vardı. Aynı izlediğim filmlerdeki gibiydi.
Kulağımda hala “iş, ekmek, özgürlük” sloganları çınlar durur. Hızlı zamanlardı. Taaa ki 12 Eylül fırtınasına yakalanana kadar. Sonrası zifiri bir karanlık ve kaos.
…
Ayhan Işık filmleri gitti, Yılmaz Güney filmleri gitti. Aydemir Akbaş, zerrin Egeliler, Hadi Çaman, Necla Fide, Behçet Nacar filmleri istila etti sinemaları. Üç film devamlı matinelerde şekillendi gençliğim. Baldır, bacak, memeyi o filmlerde gördüm. Parası olan kadınları alıyordu. Ve ne gariptir tüm kadınlar o parası olan kötü berbat adamları seviyordu. Evet hayat son sürat değişiyordu. Zaman gemisini kurtaran kaptan devriydi. Ve ben bir türlü kaptan olamıyordum. Ben hayatın içinde gemide yerleri silen tayfaydım, miçoydum.
Filmler mi hayat gibiydi, hayatım mı film hala ayrımını yapabilmiş değilim. Büyüyordum, zaman geçiyordu. Sinemada filmler değişiyordu. Arabesk bir furya sardı bir anda etrafı. Ortalık yanık seslerden, kavuşamayan fakir ama gururlu esas oğlanlardan geçilmiyordu. Ve ne gariptir bu filmlerde de kadınlar zengin ve kötü erkekleri seviyorlardı. Ve ben bu hayatta hep parasız ve iyi olmuştum. Aynı izlediğim filmlerdeki gibi kadınlar beni hiç sevmiyorlardı. Ve ben içimden onları sevmeye devam ediyordum. Platonik bir mezarlığa dönüşmüştü içim. Tamamen sevmiyorlar da değillerdi. Günahlarını almayayım. Ama yapımdan mıdır nedir, “seni bir abi bir baba gibi seviyoruz” diyorlardı. Yani ben onlar için Hulusi Kentmen, ya da Kadir Savun gibiydim.
Şimdi düşünüyorum da çok günahını, çok ahını aldım bu ömrümün. Koca bir özür borçluyum ona. Affet beni ömrüm affet. Daha iyi bir hayat sunabilirdim sana…
İ. Akan