Salim Çetin’in 26 Mayıs 2023 tarihli Yenigün Gazetesi’ndeki köşe yazısıdır.
İzmir’in güneşli yaza hazırlanan bir günüydü, dostum Aydoğan Yavaşlı’yla Alsancak’a, Murat Şahin’e gitmek üzere sözleştik. O, Karşıyaka’dan İzban’la gelecek; ben ise Hatay semtinden metroyla.
Murat; Alsancak’ta, Penguen Kitabevi’nde çalışıyor ama bizim için Gültepe semtini yazmış. Sonra “Tedirgin Bir Yazar” adıyla Yusuf Atılgan’ı incelemiş. Bir de “Esnaf Lokantası” adıyla öykü kitabı çıkarmış bir dostumuz…
Bunlara, birkaç ortak kitabın da editörlüğü eklenebilir…
Böyle olunca Aydoğan’la buluşmalarımızda Murat, onun çalıştığı kitaplarla dolu mekân, orada oluşmuş çevrimiçi yayın dünyası, edebiyat alanında olan bitenler elbette bizi çeken etmenlerdi.
Murat’la başlıyordu sorularımız… Hangi kitap ne sattı, en son hangi kitap çıktı ya da yayın dünyasında nelerin yaşandığı sohbetimizin ana konusuydu.
Bir yazarla bir edebiyat heveslisi için bundan daha iyi ne olabilirdi ki?
***
Bir ara yazarlar ve çalıştıkları işyerleri aklımıza geldi.
Büyük şair, 2018’de sonsuzluğa uğurladığımız Refik Durbaş’ın “Cumhuriyet”te düzeltmenlik yaptığını anımsadık.
Her neyse, biz Aydoğan’la çaylarımızı yudumlarken Murat’ın işyerine öğleden sonra geleceği söylendi.
Derken, telefon çaldı. Murat telefondaydı.
İkinci baskısı yapılacak olan “Esnaf Lokantası” kitabından söz ettik.
Sonra çaylar geldi biz Aydoğan’la sohbeti koyulaştırdık.
Aydoğan Yavaşlı kim diyorsanız? Hiç sormayın çünkü İzmir ne kadar ki bu yüzden bu isimden haberdar değilseniz kendi şehrinizin yazarlarından birini tanımıyorsunuz demektir.
Aydoğan; şiir, öykü ve çocuk kitapları olan bir yazarımızdır ve benim nerdeyse 40 yıllık arkadaşımdır. Şimdilerde “İz” gazetede haftada bir sanat üzerine yazıları çıkıyor.
Dedim ya, Aydoğan Yavaşlı on’un üzerinde kitabı olan bir yazar; bense az buçuk yazar heveslisi sayılırım ve “Yenigün” gazetesinde haftada bir gün yazıyorum.
***
Aydoğan’la sohbetimizin konusu en başta sanat, siyaset ve elbette yerel basındı.
Ona gazetedeki yazısından söz ettim.
Aydoğan o yazısında, çıkan kitaplarından okurlarına, dostlarına hatta kolilerle okullara göndermesine karşın onlardan herhangi bir geri dönüş almadığını, birinin en azından bir teşekkürle kendisine dönmediğinden söz ediyordu.
En son Manisa’da bir okula kolilerce kitap götürdüğünden söz açtı.
Geldiğimiz noktaya bakar mısınız?
Geçen hafta bir vesileyle kendi köşemde buna benzer bir konudan söz etmiştim;
Yazar Cazim Gürbüz yıllar önce ilk kitabı çıkınca, Kültür Bakanlığı da yapmış olan Talat Sait Halman’a gönderir.
Ertesi hafta kendisine ulaşan mektupta, bu zarif davranışından dolayı kendisine teşekkür eden cümleleri görür.
Sonra her çıkan kitabını gönderir Halman’a ve her seferinde mektupla gelen bir teşekkür vardır.
Ne güzel bir incelik ve de ne güzel bir duyarlık!
Anladığım, Aydoğan da hepimiz gibi şimdilerde kaybolan bu inceliği arıyor!
***
Tam bu noktada aklıma Sait Faik geldi.
Salâh Birsel’e göre Sait Faik; yazdıklarının iyi olduğundan hiçbir zaman tam emin olamamış, hep kuşku içinde yaşamış bir yazardır.
Yıl, 1950’ler. Bir gün birlikte yürürlerken Salâh Birsel, Sait Faik’i övmeye başlar; hikâyelerinin güzelliğinden söz açar.
Sait Faik inanamaz, sevinçten uçar, hemen kitapçıdan kendi kitabı “Mahalle Kahvesi”ni alır ve Birsel’e oracıkta imzalar:
“Salâh, sahi mi söylüyorsun? Beni sevinçten öldürürsün!”
Kim övülmekten haz duymaz ki!
***
Geçen gün Zülfü Livaneli de bir yazısında sanat insanlarının birbirlerini pek de çekemedikleri anlamına gelecek bir olaydan söz ediyordu.
Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanı için Amerikalı yazar Henry James’in yazdıklarını hatırlatıyordu.
James, bu romanın, “Ölçüden, estetikten yoksun; canavarca, kaba bir kitap!” olduğunu yazmış. Sonrasını biliyorsunuz!
***
Sohbet bu minval üzere koyulaştı ve bir yandan da ‘Yol, yürüyene kendini açar.’ diyerek Alsancak’tan yola düştük. Çok geçmeden kendimizi Kemeraltı’nda buluverdik:
Hafıza zalimdir, sizi yanına çeker, işine geleni unutur, gelmeyeni gözünüze sokar!
İkimizin de gözleri bundan nasibini aldı; birkaç on yıl önce dostlarımızla oturduğumuz, tanıdığımız yerlere baktık, onlara dokunduk.
Hüseyin Yurttaş’ın bir zamanlar kitap dağıtımını yaptığı yer, az ileride “Dönemeç” dergisinin çıktığı büro, onun çaprazında Veysel Çıkmazı, Bodrum Meyhanesi, Kültür Matbaası…
Bizim eski dostlarımızdı bunlar!
Kültür Matbaası’nın kapısı kilitli, tam da önüne çay ocağı açılmış, ironiye bakın ki çayımızı orada içtik, hemen yanıbaşımızda Bodrum Meyhanesi, orası da sıradan bir esnaf lokantasına dönüşmüş…
“Dönemeç” dergisinin yerinde şimdi birkaç katlı işhanı var… Çağ Dağıtım ve diğerleri…
Ara ki bulasın!
Hüzünle hepsini anımsadık Aydoğan’la; buralara gelenleri konuştuk.
İkimizin de yüzünde acı bir tebessüm, giden zamanın arkasından çaresizce bakan iki insandık…
Sonra aklıma Tarık Dursun K. geldi.
O da bir şair dostu Tevfik Akdağ’ın cenazesini anlatırken aynı çaresizliği yazısına dökmüştü.
Biz okuyanlara dönerek, “…Rica ediyorum, lütfen di’li geçmiş zaman kipiyle okuyun bu yazdıklarımı…” demişti.
İşte, şimdi bizim de gördüğümüz şeyleri siz di’li geçmiş zaman kipiyle hayal edin çünkü onların hiçbiri artık yerinde değil.