DATÇA’dan Selam Var…
BİR KIRIK ÇÖMLEK
1800’lü yılların ortasıydı.
Fransız araştırmacı Japer Jasquene, New Mexico’da bir Navajo köyündeydi.
Navajo Kızılderilileri el sanatlarıyla ünlüydü.
Özellikle çanak ve çömlekleri muhteşemdi.
Kil topraktan mucizeler yaratıyorlardı.
Üzerlerine bitki köklerinden yapılan boyalarla müthiş desenler çiziyorlardı.
O gün köyün en usta çömlekçisi Tahoma’nın (Toprağın sesi) jubilesi vardı.
Tahoma yıllarca seramik sanatıyla uğraşmış, eserleri tüm Arizona’da nam salmıştı.
Ama artık yaşlanmıştı.
Gözleri bulanık görüyor, elleri titriyordu.
Çömleğe biçim bile veremiyordu.
Veda zamanı gelmişti.
Tüm köyü meydana topladı, üzerinde at yelesi desenleri olan en iyi eseri çömleğini, en genç talebesi Gaagil’e (Kunduz) verdi.
Gaagil, çömleği iki eliyle aldı, öptü, havaya kaldırdı.
Bir süre havada tuttu.
Sonra, olanca kuvvetiyle yere vurdu.
Güzelim çömlek paramparça olmuştu.
Köy halkı naralar atarak Gaagil’i tebrik ederken, jubile yapan Tahoma da sarılıp öptü!.
Fransız araştırmacı şaşkına dönmüştü.
Güzel bir hediyeyi kıran bir insan neden tebrik edilirdi?
Hediye veren biri, hediyesini yere atıp kırana neden teşekkür ederdi?
Genç Gaagil’e sordu.
Neden?
Gaagil yerdeki çömlek kırıntılarını göstererek anlatmaya başladı.
“Ben bu harika çömleği tozlu raflar arasında süs gibi saklasam, değer mi vermiş olacaktım. Aksine değerini yok edecektim. Şimdi yerdeki tüm parçaları kendi yapacağım çömlekte kullanacağım. Onun değerine değer katacağım. Yaşlanınca benim çömleğimi başkası kıracak, o da parçaları kendi yapacağı çömlekte kullanacak, Böylece ustam Tahoma’nın eseri sonsuza kadar yaşayacak.”
Gaagil’den sonra Tahoma aldı sözü.
“Bu bizde bir ata geleneğidir. Tüm Arizona’da uygulanır. Biz değerlerimizle yetinmeyiz, onlara artı değerler katarız. Bizim sanat anlayışımız budur.”
Navajo geleneği bizlere yanlış gelebilir ama verdiği mesaj ne kadar doğru.
Değerlerle yetinmek yetmiyor.
Değerlere değer katmak gerekiyor.
*
GERÇEĞİN DEKORA
İHTİYACI YOKTUR
Çok değil, 118 yıl önce.
1906 yılının Ağustos sonu.
Amerika kıtasına ayak bastığında, insan denilen mahluğun bu kadar gaddar, bu kadar acımasız, bu kadar zalim olduğunu bilmiyordu.
Onun vatanında aslanlar, timsahlar, aç yırtıcılar bile bu derece vahşi değildi.
O bir Afrikalı’ydı.
Kongo Cumhuriyeti’nde Chirichiri kabilesinden bir pigme.
Boyu sadece 1.49’du, 46 kiloydu.
23 yaşında, evli, bir çocukluydu.
Güler yüzlü, hayat dolu bir insandı.
Adı Oto Benga’ydı.
Kendi dilinde “Dost” demekti.
Bir gün Kasai nehrinde balık avlarken yakaladılar.
Yakalayan Amerikalı din adamı rahip Samuel P. Verner’di.
Boynundan ve ayaklarından zincire vuruldu.
Yük taşısın diye sadece ellerini özgür bıraktılar.
Kırbaçlar altında saatlerce yol yürüttüler.
Sonra onlarca soydaşıyla birlikte bir geminin makina bölümüne konuldu.
Zifiri karanlıkta, haftalar süren bir yolculuk sonrası New York’ta gün ışığıyla buluştu.
Soydaşlarından ayırıp bir kafese koydular kendisini.
Bir depoya hapsettiler.
Günlerce orada tutuldu.
Hergün önüne bir kuru somun attılar.
Tarih 9 Eylül 1906’ydı.
New York Bronx Hayvanat Bahçesi’nde o gün görülmemiş bir kalabalık vardı.
Hayvanat Bahçesi hasılat rekoru kırıyordu.
Nedeni New York Times Gazetesi’nde çıkan bir haberdi.
Şöyle yazıyordu.
“Vahşi adam Bronx’da maymunlarla aynı kafesi paylaşıyor.. İnsanın ilk ataları bir arada.. Bakıcısı bazen serbest bırakıyor.. Eylül ayı boyunca akşamüstleri ziyaret edilebilir.”
Gazete haberine bir de not eklemişti.
“Bazı kesimler bu olaya tepki gösterse de, bilim adamları Benga’nın insan olarak değerlendirilemeyeceği kanaatindedir.?”
Oto Benga’yı önce hortumla yıkadılar.
Sonra hayvanat bahçesinde içinde ağaçlar olan geniş bir kafesin içine koydular.
Kucağına Dohong adlı yavru orangutanu verdiler.
Gazeteciler fotoğraflarını çekerken, binlerce insan merakla kendisini izledi.
Oto Benga da onları.
Yüzünde garip bir ifade vardı.
Hüzün ve kin.
Yavru orangutan korkudan sımsıkı ona sarılmıştı.
Hergün saatlerce poz verdiler.
Bir hafta içinde ziyaret edenlerin sayısı 250 bini geçti.
Bazıları kafese kemik atıyordu.
Oto Benga sinirlenip, sivri dişlerini gösterince, “Cannibal, cannibal” (Yamyam yamyam) diye tempo tutuyorlardı.
Gazeteler “Benga bir yamyamdır” diye yazıyordu.
Putperest olan Oto Benga’ya yapılan bu
zulme, çoğu hristiyan olan New York halkından kimse ses çıkarmadı.
Ne politikacılar, ne bilim adamları, ne gazeteciler, ne aydınlar.
Herkes bu vahşeti doğal karşılamıştı.
Bir kişi hariç.
Rahip James H. Gordon.
Zulme isyan etti.
Gazete gazete dolaştı.
İmzalar topladı.
Uyuyan insanlığı uyandırmak için çalmadık kapı bırakmadı.
Kilisede sürekli aynı şeyleri söyledi.
“İnsan ırkından olan birinin maymunlarla sergilenmesi en büyük günahtır.”
Sonunda Bronx Hayvanat Bahçesi Oto Benga’yı serbest bıraktı.
Pantalon, ceket giydirdiler.
Ayak işlerinde çalıştırdılar.
1916 yılının Mart ayıydı.
108 yıl önce bu günler.
Eşinden, çocuğundan, soydaşlarından binlerce kilometre uzakla olan Oto Benga, çaldığı bir silahla kendisini kalbinden vurarak intihar etti.
Çünkü ölüm onun özgürlüğüydü.
Öldüğünde henüz 32 yaşındaydı.
Bronx Hayvanat Bahçesi zamanla Oto Benga ile ilgili tüm kayıtları sildi.
Ancak gazete haberleri ve fotoğraflar gerçeği gizleyemiyordu.
Hayvanat Bahçesi yetkilileri, tepkiler artınca “Dünyanın her yerinde yapılıyor, biz niye yapmayalım?” dediler.
Söyledikleri doğruydu.
O yıllarda uygar denilen Avrupa’nın bir çok yerinde aynı vahşet sergileniyordu.
Londra, Paris, Berlin, Brüksel, Stuttgard, Barcelona, Milan, Hamburg gibi metropollerde kafes içinde insanlar, diğer insanların eğlencesiydi.
Bu vahşet öylesine bir gelir kapısı olmuştu ki, “Hayvanat Bahçeleri”nin yerini, “İnsan Bahçeleri” almıştı.
1960’lara kadar binlerce insan kafeslerde hayvanlar gibi sergilendi.
Çığlıkları yeri, göğü inletti.
Ama uygar denilen ülkeler ve o ülkelerin insanlarının çoğu kör ve sağırdı.
Oto Benga’nın vatanında şöyle bir atasözü var.
“Jaa se behn-indeh bun-wehnin.”
“Dekor gerçeğe uyum göstermez, gerçeğin de dekora ihtiyacı yoktur.”
*
BRAVO DATÇA BELEDİYESİ
Datça Belediyesi çok önemli bir hizmete imza attı.
Artık sokak hayvanlarına belediye kendi imkanlarıyla mama üretecek.
Türkiye’de sadece 11 belediye veriyor bu hizmeti.
Alkışlamak gerekiyor.
Emeği geçenleri tebrik ediyorum.
Ancak bu hizmetin tam da seçim öncesi belediye tarafından duyurulmaması bana biraz manidar geldi!
Böyle bir hizmet duyurulmayacak da, ne duyurulacak?
İlginç.
*
28 Mart
BİR AVUÇ ALKIŞ LÜTFEN!
Alkış sezonundayız.
Bugünlerde ülkenin her köşesinden alkış sesleri yükseliyor.
Hangi siyasetçi, nerede konuşsa çılgınca alkışlanıyor.
Yüzlerce insan birlikte el çırpıyor.
Cemil Meriç, “bugünün ayak takımı kahramana değil, maskaraya alkış tutar” demişti bir zamanlar.
Ağır bir söz.
Cemil Meriç’in “ayak takımı” benzetmesi bir yana bugün profesörler, bilim insanları da alkışlıyor siyasetçileri.
Bazı sanatçılar bile.
Merhaba Orhan (Gencebay) baba!
Alkış bir beğeni, onaylama eylemi.
Ve bu beğeni eylemi yeryüzündeki canlılar arasında sadece biz insanlara özel.
Primatların bazıları alkışı tepki ya da korkutma amaçlı kullanıyor.
Antik çağda alkış tıpkı bugün primatların yaptığı gibi bir tepki eylemiydi.
Söylenceye göre MS 600’lerde bizim Kapadokyalı Bizans İmparatoru Heraklius’un tahtı sallanıyordu.
Bölgesinde barış rüzgarları estirerek, savaşlardan yorulmuş halkın gözüne girmek istiyordu.
Bu amaçla uzun süredir düşman olduğu sevmediği bir kralı İstanbul’a davet etti.
Amacı misafir kralı halkın gözünde küçük düşürmekti.
Bir plan yaptı.
Kral konuşurken halkın içinden bir grup insan konuşmanın duyulmaması için ellerini çırpacaktı.
Öyle de oldu. Kalabalık içinde önce birkaç kişi alkış yaptı, ardından tüm topluluk.
Alkış siyasette “kelebek etkisi” gibidir. Kalabalıklar içinde küçük bir şakşak bir anda yüzlere, binlere ulaşır.
Heraklius’un tepki için yaptırdığı bu alkış eyleminin, Bizans’ta zaman içinde övgüye dönüştüğü ve tüm Avrupa gibi Osmanlı’ya da geçtiği söylenir.
Osmanlı toplumunda Şakşakçılığın adı: Alkış Çavuşluğu idi.
Alkış Çavuşları’nın tarihimizde sahne sanatlarındaki uygulamadan daha ilginç bir iş üstlendiklerini biliyoruz.
Alkış Çavuşları padişah ve devlet büyükleri bir topluluk karşısına çıktıkları zaman, törenlerde tahta otururken ya da kalkarken halkı alkışa teşvik eden görevlilerdi.
Bir bakıma şakşakcı.
Şakşakcılık ile alkışı ayırmak gerek.
Günümüzde sporda, sanatta alkış övgülerin en güzelidir.
Siyasetteki gibi yapmacık değil, yürektendir.
Mücap Ofluoğlu’nun dizeleriyle alkış en uygar insan sesidir. Tiyatroda yansır, yankılanır. Dinlenir, yaşanır alkışlanır.
Söz tiyatroda açılmışken yaşanmış bir olaydan söz edelim.
1946 yılıdır.
İzmir’in soğuk bir kış akşamında Avni Dilligil yönetimindeki İzmir Şehir Tiyatrosu Shakspeare’in Macbeth Tragedyasını sahneler.
Salonda sadece 11 kişi vardır.
Buna rağmen perde zamanında açılır ve Macbeth tüm ciddiyetiyle sonuna kadar oynanır. Oyun boyunca salondan çıt çıkmaz. Sobayla ısıtılmaya çalışılan salondaki 11 seyirci soğuktan büzüşerek oyunu sonuna kadar izler.
Nihayet boru ve trampet sesleri arasında oyun biter, perde kapanır. Oyuncular selam vermek için sahneye dizilip, perdenin açılmasını beklerler.
Ama salondan değil alkış çıt sesi bile gelmemektedir. Avni Dilligil, Mücap Ofluoğlu’na yaklaşır, şaşkınlıkla söylenir.
“Yahu nasıl şey bu? Hiç Alkış yok. Ne yapmalı?”
Ofluoğlu da şaşkınlık içindedir. Kem küm bir şeyler söylemeye çalışır.
Sonunda Avni
Dilligil, “Ben bilirim ne yapacağımı” deyip perdeciye seslenir.
“Aç oğlum perdeyi!”
Perdeci iplere asılır. Sahnedeki otuz kişi ile ısınmak için salondaki sobanın başına toplanan on bir seyirci sessizce birbirlerine bakarlar.
Avni Dilligil iki adım öne çıkıp salondakilere bağırır.
“Beyler, Macbeth bitti. Bitti”.
Isınmaya çalışan seyirciler arasından titrek bir ses cevap verir.
“Tahmin etmiştik!”
Alkış sadece elin bir eylemi değildir. Beyin ve düşünce ile oluşan uygarlığın simgesidir.
Sanata ve sanatçıya alkış lütfen!
Ama unutmayalım.
“Zorba çağında korkular da alkış alır.”
*
ATÇA’DA TİYATRO
Bugün Dünya Tiyatro Günü.
Tiyatro, Yunanca theatron yani “görme yeri” sözcüğünden gelmekte.
Binlerce yıllık bir geçmişi var. Kökü MÖ 534 yılına kadar uzanıyor.
Şarap Tanrısı Dionysos adına düzenlenen dinsel törenlerin vazgeçilmez eğlencesi.
İlk yazılı tiyatro oyununun
Aiskhyleos’un kaleme aldığı “Zincire vurulmuş Prometheus” olduğu kabul edilir.
Oyun, tanrılara baş kaldıran Prometheus’un ateşi tanrılardan çalarak insanlara vermesini anlatır. Buna sinirlenen tanrıların zincire vurduğu Prometheus, işkence çektiği süre boyunca tanrıların yardımını kabul etmeyerek insanlara direnme mesajı verir.
Gelelim Datça’da tiyatroya.
Bundan 2000 yıl önce Knidos’ta iki tiyatro vardı.
Yaklaşık 25 bin insan o tiyatrolarda tragedyalar, dramalar izlerdi.
Aradan 2000 geçti.
Bugün Datça’da Esenada’da kırık dökük bir sözde tiyatro var.
Derme çatma.
Mimarlık, akustik yerlerde sürünüyor.
Şiddetli bir depremde ayakta kalır mı bilemem.
Üstelik ismi de yanlış kullanılıyor.
Resmi makamlar bile “Amfi Tiyatro” diyor.
Oysa amfi tiyatro elips ya da daire biçimindedir.
Datça’daki amfi tiyatro değil tiyatrodur.
Biliyor musunuz, tiyatro dünyamızda “hocaların hocası” olarak tanınan Faik Ertener Datça’da yaşıyor.
Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü mezunu.
Bugüne kadar 50’yi aşkın oyun yönetti, yurtdışında da ödüller aldı.
Rusya’da yılın en iyi yönetmeni seçildi.
Bir dönem devlet tiyatroları başrejisörüydü.
Birçok yerde tiyatro festivallerinin koordinatörlüğünü yürüttü.
Devlet Tiyatrolarının dışında özel kuruluşlara kültür sanat danışmanlığı yaptı, çok okulda eğitim verdi.
2007 yılında emekli oldu ve bir süredir Datça’da yaşıyor.
Bilmiyorum Datça’yı yönetenlerin ya da yönetmeye talip olanların haberi var mı?
Sanıyorum William Shakespeare’in sözüydü.
“Tiyatro insanı insana, insanla insanca anlatma sanatıdır.”
Şu seçim sürecinde bile birbirimizi anlamayıp, kutuplaşmamız Datça’daki tiyatro yokluğundan olabilir mi?
Neyse, Dünya Tiyatro Günü kutlu olsun.
27 Mart
Marmaris’ten meslektaşım Ender Türkkan paylaşmış.
Sinpaş Kızılbük inşaatı.
Hani şeytan cennetten kovulmuştu!
https://m.youtube.com/watch?v=1lrWr5jHOAY…
*
26 Mart
EŞEKNAME
Ücra bir sahil kasabasında eşeğin biri kör kuyuya düşmüştü.
Zavallı hayvan saatlerce çaresizlik içinde kıvranıyordu.
Acı acı feryatlarını duyan
çevredekiler kuyunun başında toplandılar.
Kara kara düşünmeye başladılar.
Ne yapalım, ne edelim, bu
eşeği kuyudan kurtaralım?
Biri ip atalım dedi, diğeri kuyuyu kazalım.
Anlaşamadılar.
Yorumlara, tahminlere başladılar.
-Eşek yaralı olabilir. -Ayaklarında kırık olma ihtimali fazla.
-Kuyudan çıksa bile yaşama şansı az gibi.
Baktılar her kafadan bir ses çıkıyor, sonunda ortak bir kararda anlaştılar.
“En iyisi buraya gömelim.”
Kimi kürekle, kimi eliyle sağlı, sollu başladı kuyuya toprak atmaya.
Onlar yukarıdan toprak atarken, eşek üstüne gelen toprağı silkeleyerek ayaklarının altına aldı.
Her atılan toprakta biraz daha yukarıya çıktı.
Herkes şaşırmıştı.
Gömmek için daha hızlı, daha çok toprak attılar.
Eşek daha hızlı yükseldi.
Ve sonunda kuyudan çıktı, yandaki tarlada özgürlüğün yolunu tuttu.
Halkın içinden çıkmasına rağmen halka “eşek” gözüyle bakanlaradır sözümüz.
*
25 Mart
NEZAKET VE ZARAFET
Eski bir fotoğraf karesi.
İki güzel insan birbirine bakıyor.
Metin Oktay ile Lefter Küçükandonyadis.
Borsanın değil arsanın futbolcuları.
Şöhretin, paranın çürütemediği iki yürek.
Temizliğin, efendiliğin, dürüstlüğün ve onurun iki temsilcisi.
Lefter çok yoksul bir ailenin çoçuğuydu.
Büyükada’nın en yoksulu.
Ne zorluklarla, baskılarla büyümüştü.
Toprak sahalarda ne köseleler çürütmüştü.
O köseleler ki, daha önce başkalarının kullandığı köselelerdi.
50 kez milli forma giymişti.
En fazla milli formayı giyen futbolcu olmaması için dönemin egemenleri Turgay Şeren’i daha çok milli yapmaya özen göstermişti.
İçine atsa da Lefter, hiç küsmemişti.
Milli formayla tam 21 gol atmıştı.
Atina’da Yunanistan’a da.
1955 yılının 6-7 Eylül katliamında evi saldırıya uğradı.
Linçten zor kurtuldu.
Yine de doğduğu topraklara hiç küsmedi.
Yıllar sonra, o olaylarla ilgili söyledikleri herşeyin özetiydi.
“Bana bunları sorma, başımı belaya sokacaksın.
Hâlâ ağlarım babamın anlattıklarına.
Babam garibanın tekiydi. 6-7 Eylül’de yaptıkları ayıp değil mi? Olmaması lazımdı değil mi?
Nesini konuşacağız.”
Metin Oktay da emekçi bir ailenin çocuğuydu.
Babası makina işçisiydi, annesi ev hanımı.
Kıt kanaat geçinenlerden.
O da arsada yetişti.
Şöhretin zirvesine çıktı.
Futbolun kralı oldu.
Mütevaziliği hiç bırakmadı.
Denizler’in idamını önlemek için imza toplayacak kadar duyarlıydı.
Hümanistti.
70’lı yılların ortalarıydı.
Metin Oktay gazeteci Ahmet Çakır ile bir lokaldeydi.
Birlikte tuvalete gittiler.
Çıkışta Metin Oktay, cebinden 500 lira çıkardı ve tuvaletin önünde bekleyen yaşlı kadına verdi.
500 lira o dönem büyük paraydı.
Ahmet Çakır şaşırdı.
“Kaptan ne yaptın sen? Kaç para verdiğinin farkında mısın?”
Metin Oktay’ın yanıtı şuydu.
“Bana bak, biz her gece buralarda gerekirse sabaha kadar gezip, eğlenip tozuyoruz. Anamız yaşındaki kadınlarsa burada bok kokusu içinde ekmek parasını kazanmaya çalışıyor. Sana vasiyetimdir, bundan sonra en büyük bahşişi tuvalette oturan teyzelere vereceksin.”
Metin Oktay ve Lefter Küçükandonyadis.
Biri Galatasaray’ın, diğeri Fenerbahçe’nin efsanesiydi.
Onlar ahlakın zerafetin, sportmenliğin, dostluğun temsilcisiydi.
Onların döneminde sahada kıran kırana bir rekabet, saha dışında örnek bir nezaket ve zarafet vardı.
Futbol Federasyonu, tüm kulüpler, tüm futbolcular bu eski fotoğrafa iyi bakmalı.
Medya dahil futbolun tüm dinamikleri bu fotoğraftan kendine bir ders çıkarmalı.
Milyonların sevgilisi bu güzel oyunu neden kirlettik?
Neden kirlendik?
Ne güzeldi Cem Karaca’nın şarkısı değil mi?
“Birgün belki hayattan,
Geçmişteki günlerden
Bir teselli ararsın,
Bak o zaman resmine.”
25 Mart
LEYLEKLERİN KARDEŞLERİ VAR
Kartal güçlüdür, yırtıcı.
Leylek narindir, barışçı.
Bire birde hiç şansı yoktur leyleğin.
Ama ya birleşirlerse.
İşte o zaman ne kartal tanırlar, ne atmaca, ne şahan.
Yıl 1934’tü.
Aylardan haziran.
Leylek yavruları yumurtadan çıkalı henüz bir ay olmuştu.
İrileşmişlerdi.
Ancak henüz uçamıyorlardı.
Yuvada anne ve babanın getirdiği yiyeceklerle beslenmek zorundaydılar.
Marmara’da sıcak bir ikindi vaktiydi.
Uludağ zirvelerinden inen 6 kartal, Bursa Orhangazi’de bir leylek yuvasına saldırdı.
Anne ve baba leylekleri öldürüp, 4 yavruyu kaçırdılar.
Aradan birkaç gün geçti.
Yine bir grup kartal, yine Orhangazi’de başka bir leylek yuvasına saldırdı.
Ancak bu kez yuva boştu.
Nasıl haberleştilerse, leylekler yavrularını güvenli bir yere gizlemişti.
Sonra her yerden haberler gelmeye başladı.
Kartallar gruplar halinde leylek yuvalarına saldırıyordu.
Birkaç gün sonra ülkenin dört yanından Bursa, Aydın ve Trakya’ya yüzlerce leylek akın etti.
Aynı şekilde kartallar da toplanıyordu.
İnsanlar çevrelerinde leylek ve kartal sayısının olağanüstü arttığını gözlemliyordu.
Gökyüzünde bir hareketlenme vardı.
Bir şeyler oluyordu.
Leyleklerin ve kartalların toplanması iki ay sürdü.
Aylardan Ağustos’tu.
Aydın’da Menderes deltasında inanılmaz bir savaş başladı.
Havada amansız bir mücadele vardı.
Bir tarafta aç gözlü kartallar, diğer tarafta yuvasını koruyan narin leylekler.
Halk başı yukarıda bu savaşı izliyordu.
Kartallar güçlü pençeleriyle, leylekler de uzun gagalarıyla savaşıyordu.
İnsanların gönlü leyleklerden yanaydı.
Köylüler yaralanıp yere inen leylekleri tedavi etmeye çalışıyorlardı.
Nineler yaralı leyleklerin başında dua ediyordu.
Hatta Kızılay’ı göreve çağıranlar bile oluyordu.
Kimileri ağaçlara tırmanıyor, yuvalardaki yavru leyleklere yiyecek ulaştırıyordu.
Ülkenin genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın bu savaşa müdahale etmesini isteyenler bile vardı.
Ama günler geçiyor, savaş sürüyordu.
İki taraf da kayıplar veriyordu.
Daha da ilginci hem leyleklere, hem de kartallara ülkenin değişik yerlerinden sürüler halinde takviye kuvvet geliyordu.
Herkes birbirine soruyordu.
Bu savaşı kim kazanacak?
Kartallar güçlüydü ama leylekler sayıca üstündü.
Üstelik daha organize idiler.
Genç leylekler kartalları yoruyor, tecrübeli yaşlılar ise yorulan kartala öldürücü gagayı vuruyordu.
Ayrıca insanların yardımı nedeniyle leylekler yerleşim birimlerine yakın bölgelerde savaşıyordu.
Kartalların savaşı ormanlık, dağlık alanlara çekmesine izin vermiyorlardı.
Her yerden ölü ve yaralı haberleri geliyordu.
Sayıları yüzlerle ifade ediliyordu.
Neyse ki günler sonra savaş bitti.
Kazanan sayıca üstün olan leyleklerdi.
Kartallar bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştı.
Bu bir kurgu değil.
Bir öykü de değil.
Zaytung haberi hiç değil.
Yaşanmış bir olay.
1934 yılında yüzlerce insanın izlediği ve Cumhuriyet dahil pek çok gazeteye konu olmuş bir savaş bu.
Hatta, o günlerde Türkiye’de bulunan New York Times gazetesinin muhabirinin Amerika’ya bu haberi geçtiği söylenir.
Derler ki, leyleklerin ve kartalların savaşı birkaç yıl sonra Harp Okulu’nda havacılık dersinde işlendi.
İki tarafın savaş taktikleri öğrencilere anlatıldı.
Kıssadan hisse.
Hani bir sloganımız var ya.
“Birleşe birleşe kazanacağız!”
İyi de kimle, nasıl?
Şu leylekler kadar bir olamadıkça kaybetmeye mahkumuz.
BOYNU BÜKÜK DURUYORSAM EĞER
Datça’nın Heredot’u Yusuf Ziya Özalp günün sözü diye paylaşmış.
“Dolgun başak dalında eğik durur. Şayet dik duruyorsa içi kof demektir.”
Çok anlamlı bir saptama. İsterseniz açalım bu sözü.
Miletli(Aydın) Thales antik çağın en aydın isimlerinden biriydi.
Bilgi hazinesiydi.
Felsefenin babasıydı.
Antik çağda “Yedi Bilgeler” diye tanınan filozofların atası.
Herkes depremleri, volkanları, yağmur ve boranları tanrılara bağlarken, o bunların tanrılarla değil doğanın kurallarıyla ilgili olduğunu söylerdi.
Matematikle, geometri ile ilgilenir, geçmiş kadim uygarlıkları araştırırdı.
Mısır’da büyük piramitin yüksekliğini, gölgesinden hesaplayacak kadar zekiydi.
Gökyüzünü gözlemler, ayın, güneşin, yıldızların hareketlerini kayıt altına alırdı.
Bunlara göre hava tahminleri yapardı.
Büyük ölçüde tuttururdu.
Kışın soğuk, yazın kurak geçeceğini, güneşin hangi ay, hangi gün tutulacağını bile bilirdi.
M.Ö. 28 Mayıs 585 tarihinde gerçekleşen güneş tutulmasını bildi.
Thales’in uyarısına ragmen o tarihte savaşa giren Lidyalılar ile Persler, güneş tutulmasını gõrünce ateş kes yapmıştı.
Thales tüm bu birikimine ve zekasına rağmen çok mütevazı yaşardı.
Paraya, gösterişe değer vermezdi.
Yoksul bir hayat sürerdi.
Havalı insanları hiç sevmezdi.
Boş konuşmazdı.
Astronomi gözlemleri yapmazken başı eğik yürür, çevresindeki insanlarla ilgilenmezdi.
Bir kış günü agorada gökyüzüne bakarken, ayağı buzda kayıp yere düştü.
Kentin önde gelen aristokratları gülmeye başladılar.
Biri alaylı şekilde Thales’e laf attı.
“Çok zeki olduğunu söylüyorlar. Zeki insan zengin olur, senin gibi yokluk içinde yaşamaz.”
Thales gülenlerin yüzüne acıyarak baktı.
Tek laf etmeden kalkıp agoradan uzaklaştı.
Ama alay etmeleri içine oturmuştu.
Eve gittiğinde karar verdi.
Kendisiyle alay edenler dersini almalıydı.
Havalarını söndürmeliydi.
Bilginin paradan daha değerli ve daha güçlü olduğunu tüm Milet’e göstermeliydi.
Cahil ama gösterişli insanlardan daha üstün olduğunu kanıtlamalıydı.
Hemen harekete geçti.
O kış sürekli gökyüzünü gõzlemledi.
Eski kayıtlarına baktı.
Hava tahminleri yaptı.
Ona göre gelecek aylar çok yağışlı geçecekti.
Baharda bereket fışkıracaktı.
Özellikle zeytin hasatında rekor kırılacaktı.
O halde bu işe yatırım yapmalıydı.
Karların yağdığı, donların yaşandığı, buz gibi soğuk havalarda çevresindeki tüm zeytin sıkma aletlerini ucuz fiyatlarla satın aldı.
Bütün parasını buna yatırdı.
Deli dediler.
Ancak bahar geldiğinde Thales haklı çıktı.
Zeytin hasatında rekor kırılmıştı.
Millet zeytinini sıkmak için Thales’in yolunu aşındırmak zorundaydı.
Mecburen gittiler.
Thales çok ucuza aldığı zeytin sıkma aletlerini, çok büyük paralarla kiraya verdi.
Kısa sürede zengin oldu.
Milet’in zenginleri şoktaydı.
Aristo, Thales’in bu hikayesini anlatırken şöyle der.
“Bilge insanlar eğer isterlerse, zekaları ve pratik bilgileriyle çok para kazanabilir. Ancak onlar paraya değil, bilgiye açtır.”
Çevrenize iyi bakın.
Boş ama havalı, bilge ama mütevazı insanlar göreceksiniz.
Bir yanda günde 50 kelime ile konuşmasına, emojilerle yazışmasına rağmen “herşeyi ben bilirim” havası atanlar.
Diğer yanda çok şey bilmesine rağmen yeni bir şey öğrenmek için çabalayanlar.
Fransız düşünür Montaigne der ki;
“İnsanlar başaklara benzerler, içleri boşken başları havadadır, doldukça eğilirler.”
Başak tarlasında dolaşırken eğik başlıları seçin.
Pişman olmazsınız.
Edip Cansever diyor ya.
“Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil.”