Bugün Cevat Şakir KABAAĞAÇLI, namı diyar “HALİKARNAS BALIKÇISI” nın doğum yıl dönümü. Bize MAVİ YOLCULUĞU tanıtıp başlatan “MERHABA” sıyla gönüllerimize taht kuran yazarımızı saygıyla anıyor ve şerefine yaptığım ilk Mavi Yolculuk maceramı sunuyorum.
1971. Yazı ortaladık, Ağustos ayındayız. Bodrum’da Mavi Yolculuğun yeni başladığı yıllar. Cevat Şakir, çok önce başlamış ancak turizm ile birlikte popüler olmaya başladığı ilk yıllar. Şanı dilden dile dolaşmakta, yereldeki adı “Gökova Turu”. Tura giden kaptan, aşçı ve gemicilerin çoğunluğu bizim Kumbahçe Mahallesi’nden, ballandıra ballandıra koyların güzelliklerini anlatıyorlar. Ağzımız bir karış açık dinliyoruz. O sıralar Bodrum’un reklamı Mavi Yolculuk anlatılarak yapılıyor, afişlerde gördüklerimiz, gazetelerden okuduklarımız bizdeki merakı öyle bir arttırdı ki, biz üç kafadar Gökova’yı görmeye ve gezmeye karar verdik.
Bu işin nasıl olacağı konusunda kafa patlatıyoruz, ancak bizde para yok, tekne yok, gemici ehliyetimiz yok. Mavi Tur yapan doğru dürüst tekne sayısı bir elin parmaklarını geçmez, üstelik üçümüzü birden kimse teknesine almaz. Nasıl olacak bu iş diye kafa patlatırken sonunda tek seçenek tersanede çalışan arkadaşımız Solti lakaplı Muammer’in 4,5 metrelik sandalına vardı. İsmi üzerinde yazılı değil ancak sandala “Solti” diyoruz, yelkeni yoktu ancak Muammer ben direk takarım dedi. Biz de eşten dosttan üstünkörü yelken teşkilatı bulur takarız, bir çift küreği var bir çift de biz eklersek iki çift kürek ile biz bu geziyi yaparız diye düşündük ve uygulamaya karar verdik. Başkaca bir çare de gelmiyor aklımıza, çekilecek sıkıntılar hiç umurumuzda değil: Yeter ki Gökova’yı gezelim görelim.
Biz bu geziyi yapmaya kararlıyız ancak karşıda görünen pusun arkasındaki sıra dağlara bakınca Gökova’nın ne denli uzak olduğu belli. Karşı kıyıya ulaşmak gözümüzde büyüdükçe büyüyor. Yol iz bildiğimiz yok, yolda nelerle karşılaşacağımız konusunda bir öngörümüz de yok ve bizim bu yolla Gökova’ya gitmemize ailelerin onay vermesi de mümkün değil. Bizim sandal bulmamız yetmiyor. Bir yolunu, bir kolayını bulmamız lazım.
Düşündükçe bir şeyler buluyoruz da uygulanır mı bilemiyoruz ancak deniyoruz. Sandalımızla Gökova’ya giden bir teknenin arkasına bağlanıp karşı kıyıya kadar kendimizi çektirebilirsek, gerisini yelken kürek hallederiz. Dönüşe de bir tekne denk getiririz düşüncesiyle bir yandan Gökova’ya gidecek tekne kolluyoruz. Bir yandan ailelerimizden izin koparmaya bir yandan da kumanya için para tedarikine uğraşıyoruz.
Planlar yapılıyor, Hasan’ın Babasının balıkçı teknesiyle bir gün balığa çıkarak hasılattan büyük bir bahşiş koparmak. Mehmet’in daha fazla sandalet yaparak ek ücret alması ve benim de babamdan hatırı sayılır bir harçlık koparmam gerekli.
Çok şey alabilecek paramızın olmamasının zayıflığı yanı sıra çok şey alacak yerimiz de yok, balık tutup yeriz çok önemi yok diye düşünüyoruz ve bir kumanya listesi yaptık ki alacaklarımızın muhasebesini yapalım. Peynir, zeytin, patates, soğan, domates, peksimet, karpuz derken sıra sigaraya geldi. Seyrek de olsa üçümüz de özenti olarak içiyoruz ancak bağımlılığımız yok. Ailelerimiz de bilmiyor zannettiğimizden Gökova’da illa canımız çeker diye listeye yazmamız lazım. Biz de gizlilik nedeniyle listenin sigara hanesine Çaktırma diye yazmıştık.
Çaktırma’nın anlamı: O zamanki piyasanın en ucuzu, bir karton ÜÇÜNCÜ tekel filtresiz sigarasıydı.
Şansımıza o zamanın en büyük teknelerinden 17 metrelik balıkçı (trol) teknesinden Mavi Tur teknesine adapte edilen gulet “Artemis” isimli teknesi ile o zamanın en popüler dalgıçlarından; mahallelimiz, tanıdığımız ve bizi de iyi tanıyan Kaptan İsmet Cengiz, namı-diğer Deli İsmet, Mavi Yolculuğa hazırlanıyor.
Niye Deli İsmet diyorlar. Tüm gençlik yıllarını çeşitli atraksiyonlar yaparak yaşayan aksiyon meraklısı süper aktif birisi. Motosikletle tek tekerlek üzerinde gösteriler yapar, gösteri yaparken denize uçmuş, Kumbahçe denizinde sürat teknesi ile milletin ödünü patlatan sürat ve dönüş manevraları yapan birisi ve hatta yaşlılık yıllarında araba kazası yapmış iki ayağını da kırmış bir süre alçıda çift koltuk değneği ile gezerken koltuk değnekleri üzerinde amuda kalkardı.
İsmet Kaptan’ın Gökova’ya gideceğini duyar duymaz koştuk, durumu anlatıp “İsmet Abe bizi Gökova’ya kadar çeker misin” diye sorduk. “Bakarız” deyip geçiştirdi, bu bakarız sözü bizde biraz moral bozukluğu yaratmıştı ancak çok sonra anlamıştık neden hemen cevap vermediğini.
Biz devamlı İsmet Kaptanın yolunu gözlüyoruz. Artemis Otel’in orada takılıyor. Bizi görsün ve konuyu unutmasın diye oralarda geziniyoruz. Bir gün sonra cevap geldi. Ailelerimize siz merak etmeyin deyip vizeyi aldıktan, yolculara da güven telkin ettikten sonra “Tamam ülen gelin, yelkene gerek yok zaten bana da bir sandal lazım, sizi çeke çeke gezdiririm, sizde sahil servisini yapar halatlarımı bağlarsınız” deyince sevinçten kalp ritmimiz tavan yapmıştı. “Yarın akşam gidiyoruz hazırlanın” demişti.
Biz apar topar hazırlıklarımızı tamamladık. Yelken ve ikinci çift kürek bulmak zorunda olmadığımız için işimiz kolaylaştı ve gücümüz yettiğince kumanya alıp konvoya katıldık.
Ana tekne Artemis, arkasına bağlı 9 metrelik Sibel tirhandili var ve Sibel’e bağlı en arkada bizim kayık Solti. Üç tekne konvoy oluşturduk. Bizler Sibel tirhandilindeyiz. Elbette yolculuğu sandalda yapmamız mümkün değil. İsmet ağabey yolcuları zor ikna etmiş olmalı ki sıkıla sıkıla siz Sibel teknesinde gelirsiniz ana tekneye pek çıkmayın diye tembihlemişti. “Sen merak etme ahtapotumuzu balığımızı yakalar kıyıda kendi yemeğimizi pişirir yeriz, brandamız, battaniyemiz var kıyıda yatar size görünmeyiz bile” diye planladığımızı anlatmıştık.
O zamanlar erkeklerde uzun saç moda idi. Daha modern ve entelektüel kanısı sağladığını düşünürdük. Biz de ortaokulu bitirdikten sonra saçları uzatmıştık ancak ben askeri okula, Hasan da meslek lisesine girene kadar uzatabilmiştik. Bir tek Mehmet liseye ara verdiğinden uzun saçlıydı ancak o da bir iddia nedeniyle kafayı usturayla kazıtmış dazlak durumdaydı. Yazın ortasındaydık, güneşte yanmaktan Arap çocuğuna dönmüştük, görüntümüz entelden çok eşkıyaya daha yakındı.
Bizi hor görüyorlar diye biraz bozulmuştuk, ancak birbirimize bakınca haklılar demekten ve gülmekten kendimizi alamıyorduk, “zararı yok oğlum çekeceğimiz sıkıntılar Gökova’yı görmeğe değer” diye avunuyorduk.
Gün battıktan sonra konvoy yola çıktı Sibel teknesindeyiz. Ben her zamanki gibi dümendeyim. Arka havuzlukta oturmuş sevinç, heyecan ve merak karışımı bir sohbetle karanlıkta bir gizeme doğru yol alıyoruz. Bodrum’da deniz manzarasının ana aksesuarı Karaada fenerinin yanından geçmekteyiz, ana tekne Artemis birden Bodrum’a geri dönüş yaptı.
Eyvah arıza mı var acaba endişesinden daha kötüsü “bizi geri bırakıyorlar” tedirginliği bastı içimizi. Ana tekneyle irtibatımız da yok. Bodrum’a varana dek içimizi kemirmişti kurt. Mahalleye varınca sandalı alın gelin çağrısıyla anladık durumu ve büyük bir ohhh çekmiştik. Dertleri biz değilmişiz. Nevresim almayı unutmuşlar. Yolculardan meşhur göz doktoru Tanju Bey, “ben nevresim olmadan yatamam” diye tutturduğundan geri dönmüştük. Nevresimleri Artemis otelden temin ettikten sonra tekrar yola koyulduk. Sibel tirhandilin dümeninde yine ben varım, zaten gezi boyunca kolay kolay alamadılar dümeni elimden.
Arka havuzluğa iyice yayıldık bu sefer içimiz de rahat bizden yana bir sıkıntı yok. 2-2,5 saatlik bir yol gittik. Bizde uyku muyku ne gezer; neler göreceğimizi, neler yaşayacağımızı, öngöremediğimiz bilinmez bir maceraya doğru gidiyoruz, üstelik gece zifiri karanlık.
İlk durak Mersincik Limanı… Sahile ilk halatları aşçımız Anter ağabey yardımıyla bağlamıştık henüz acemi gemiciyiz. Gece saat 3 civarıydı herkes yattı. Sabah bir kalktık ki bizim Akvaryum da dediğimiz Adaboğazı benzeri bir yerdeyiz ve bu ortam bize hiç yabancı değil, ancak bu mavi yolculuk ortamı çok farklı duygular uyandırıyor.
Mersincik limanında misafirler denize girdiler, kahvaltı yapıldı ve ardından yola çıkıldı. Mersincik limanından Çatı Koyu’na gidiyoruz. Yolculardan balık avcılığına meraklı emekli Hava Albay Ekrem Bey sırtı çekmek istiyor. Ana tekneden bunu yapması mümkün değil. Biz, ana tekneden ayrıldık onlar bastı gitti. Biz Sibel teknesiyle motoru çalıştırıp yola çıktık. Arkada bizim sandal Solti içinde Ekrem amca ve bir kişi daha sırtı çekiyorlar yavaş yavaş gidiyoruz. Balık falan yok tabi, bir süre sonra sıkıldılar sandal sefası sona erdi. Sırtıya Sibel’de devam ediliyor. Yol uzun geç kalmamak için yelkenleri de açtık yelken motor tam sürat sırtı çekerek gidiyoruz. Güvertede denize yakın oturuyorum arada bir elimi denize sokup yolculuğun tadını çıkarıyorum. Teknenin yanında bir karaltı gördüm. İrkilmeme kalmadı yunus balığı diye bağırdılar. Bodrum’da Yunus balıklarını uzakta atlayıp zıplarken kıyıdan seyrederdik. İstanbul Boğazı’nda görmüşlüğüm de vardı ancak hep uzaktan. İlk kez bir yunus balığını bu kadar yakından görüyordum. Elimi uzatsam değecek kadar tekneyle bir süre beraber yüzen yunus, bizim süratimizden sıkılmış olacak ki ışık hızıyla bizi geçip giderken yunus balığı neredeyse tekne kadar büyük görünmüştü gözüme.
O günü, Sibel teknesinde yelkenle yolculuk yaparak tamamladık. Deniz üzerinde güneş altında saatlerce yolculuk yapmaya alışkındık zaten ve Çatı Koyu’nun harika ortamına girerken anlamıştık koyları anlatanların dili tutulurcasına tarifte yetersiz kaldıklarının gizemini.
Gezinin ikinci gününde Ekrem amcadan başlayarak gezideki yolcularla tanışmaya başlamıştık ve o günden itibaren de bizlere bir ara serseri mi bunlar, tedirginliği ile bakanların bakışları değişmeye başladı. Sandalla gezmek, balığa çıkmak, sahile yapılan seferler esnasında bizi tanıyan yolcuların gözdeleri haline gelmiştik ve yolculuğun sonunda da akraba gibi olmuştuk
Çatı koyunda ilk gün tasarladığımız gibi sahilde ocağımızı kurduk. Ahtapot yakalamıştık birkaç *“Pina” da çıkarmıştık, kuru fasulye de pişirip yiyeceğiz. Elbette bizim bu sahildeki üç kişilik hararetli etkinliğimiz tekneden de seyrediliyor. Ateşi yaktık daha fasulyeyi ocağa yeni koymuştuk ki yolculardan Gülşen Teyze ben de çocuklarla kıyıda yiyeceğim diye teknede olay çıkarmış bizi çağırıyor, “Gelin beni alın” diye. Diğer yolcular ve Gülşen teyzenin kızı itirazdalar. İsmet Kaptan’a çaresini bul demiş olacak ki, İsmet Ağabey bize “bırakın ateş yakmayı geçin Sibel’e size balık çorbası gönderiyorum” diye bir nevi emir verdi. Biz söyleneni yaparız elbet, toparlandık geçtik tekneye bir tencere balık çorbası geldi. Elimizde birer kaşık tencereye yumulduk.
Ancak açlıktan değil çorbanın enfesliği bizi tencereden ayıramıyordu. Aşçımız Anter ağabeyi zaten tanıyorduk ancak bir çorba bu kadar mı leziz olur. Tencerenin sonunu gördüğümüzde kendimize gelip gülme krizine girmiştik. Bu sayede kıyıda ateş yakıp kendi yemeğimizi yapma projemiz suya düşmüştü.
O geceyi Sibel teknesinin kamara üzerinde tantanayla bitirip yatma zamanı gelince brandamızı battaniyelerimizi alıp sandalla sahile yatmaya gidiyoruz. Nevresimsiz yatamam diyen Tanju Bey seslendi: “Beni de alın. Ben de sizinle sahilde brandanın üzerinde yatacağım” deyince teknede yine bir ağız dalaşı başladı “Nevresim yok diye bizi taaa nerelerden döndürdün, olacak iş mi bu senin söylediğin, çocukları rahat bırak” seslerini duyuyoruz. Biz de tedirgin olduk, zaten yerimiz yok üç kişi anca sığışacağız. Üstelik adamı da gereğince tanımıyoruz. Neyse ki İsmet Kaptan imdadımıza yetişti. “Geçin Sibel’e, orada bir yer bulun yatın” dedi. Hem istekli hem isteksiz geçtik tekneye. Teknede de yer yok, gezide yirmi kişiyiz. Tekne büyüklüğüne göre oldukça fazla idik. Bir kısım yolcu Sibel teknesinde, İsmet Kaptan bile sevgilisiyle uyku tulumunda bizim sandalda yattı. Sibel tirhandilinin kamara içi, kamara üstü tutulmuş durumda. Bize bir tek teknenin başüstü kalıyor. 9 metrelik Sibel Tirhandil’in ön güvertesine üç kişi sığışıp uyuduk mecburen. Zaten yatacak başka yer de yoktu. Bu olayla bizim kıyıda yatma projemiz de sona ermiş oldu, ancak gezi boyunca tirhandilin önünde iki büklüm kıvrılıp yatmaktan hiç şikâyet etmemiştik.
Denize kadar inen çam ormanları, sürekli sürpriz yaparak kıvrım kıvrım içinde kaybolunan koyları, dingin denizi, Sedir Adası’nın balık yumurtasına benzeyen kumu içerisinde rüyada gibiydik. Koyları gördükçe bizim dibimiz düşüyordu. Yattığımız yer sanki kral yatağı gibiydi.
Haritalarda Değirmen Bükü diye yazan, bizlerin İngiliz Limanı dediğimiz koylar topluluğuna girdiğimizde öyle şaşırmıştık ki; koya girene kadar denizle epey boğuşmuştuk. Koya girdiğimizde öyle bir sükûnetle karşılaştık ki biri gelip dışarıda fırtına var dese inanmayacak kadar afallamıştık. Tekneyi bağladıktan sonra “biz nereye geldik, burası neresi” gibi hayretimizi yüksek sesle ifade ediyorduk. Biz üç kafadar, koyları gördükçe geziye çıkma inadımızın ne kadar isabetli olduğuna seviniyorduk.
Yolcularla da içli dışlı olduk. Bizi yanlarından ayırmaz oldular. Kumanya listemiz yolcular arasında elden ele dolaşıp, Çaktırma hanesi popüler olmuştu. Bizim harika bir buluş olarak nitelendirdiğimiz bu şifreye, “Çaktırma Ha” deyip çok gülüştüler…
Denize girmenin yanı sıra koylarda sandal gezileri revaçta idi. Ekrem amca ile sık sık çapariye giderdik. Derdimiz balık tutmak değil; zevk olsun, muhabbet olsun, zaten pek bir şey de tutamadık. Ekrem amcanın da niyeti farklıymış zaten. Ankara’da kuru temizleme ve halı yıkama işleri yapan oldukça büyük bir fabrikası varmış ve işleri devredeceği kendine sadık bir yardımcıya ihtiyacı varmış. İki kızı vardı ancak onlara iş buyuramadığından bir nevi manevi oğul arıyormuş. Üçümüzü de gözü tutmuş. Birimizi seçecek ancak hangimiz uygunuz kafasında onu tartıyormuş. Biz bunu çok sonra fark ettik. O nedenle bizimle sık sık yalnız kalır, balık avlama bahanesiyle durumumuzu öğreniyordu.
O zamanlar balık bol. Yıllarca, Mavi Yolculuk kaptanları dalar, balık yakalayıp getirir ve yolcularına bol balık yedirirlerdi. İsmet Kaptan da her gün dalar, iki üç büyük balık yakalardı. Bir gün; neredeyse kendi boyu büyüklüğündeki akya balığını zıpkınla avlama mücadelesine şahit olduk. İsmet Kaptan Akya balığını zıpkınla vurduktan sonra sandala alabilmek için, namına yaraşırcasına bedenini delip geçen zıpkının her iki ucundan tutarak, balığın üstüne ata biner gibi abanıp balık çatlayana kadar bata çıka mücadele etmişti. Akya çok hırçın ve güçlü bir balıktır. Anlayacağınız gezi boyunca bolca balık yendi.
Tekne kalabalık ve yolcuları doyurmak da kolay değildi. Sadece balık yeterli olmuyordu, kumanya takviyesi de gerekiyordu. O zamanlar henüz koylarda market olmadığından bazı koylardan köylere yol vardı. Eskinin balıkçıları ve süngercileri bu yolları bildiklerinden köylere gidildi, köy bakkalından kumanya ve bahçelerden sebze meyve temin edildi. Et ihtiyacı için köyden bir koyun alınıp kıyıda kesildi. Elbette kuzu çevirdik, koca bir kazan mısır kaynattık. Yediğimiz balığın haddi hesabı yoktu. Biz o geziyi, peri kızının elindeki sihirli değneğinden fışkıran yıldızlar eşliğinde bitirmiştik. İlk olmanın gizemiyle de eşsiz güzellikte yaşadığımız bu Gökova turu hayatımızın en önemli deneyimlerinin başında geldi.
Ne zaman üçümüz bir araya gelsek o Gökova turunu anmadan geçemeyiz. Daha sonra ne kadar Gökova Turu yapsak da bunun yeri ayrıydı. Mavi Yolculuğun o ilk kaptanları bu işin en iyileriydi, gezdirdikleri yolcularla uzun süren dostluklar kurmuşlar aynı ekiplerle yıllarca tekrarlanan geziler yapmışlardı. Mavi Yolculuk, sevdiklerinizle beraber yapıldığında buna bir de Gökova’nın eşsiz güzelliği eklenince tadından yenmez.
Gezi sonunda Ekrem amca niyetini açıkladı ve en uygun pozisyonda olan Mehmet ile anlaştılar. Mehmet de hem liseyi bitirmek hem de bir iş ortamına girmek ve bir meslek öğrenmek için bu teklife sıcak baktı. Bir babaya ihtiyacı yoktu elbet ancak, babasını küçük yaşta kaybetmiş olması nedeniyle manevi oğul teklifi pek fazla rahatsız etmemişti kendisini ve Ankara’nın yolunu tuttu.
Bu mavi yolculuk benim ve Hasan’ın hayatında çok değerli renkli bir anı olarak yer aldı ancak Mehmet’in hayatını değiştirdi. Mehmet, Ankara’da lise tahsilini tamamlarken kuru temizleme ve çamaşırhane işini de iyice öğrendi ve uzun süre fabrikayı yönetti. Kuru temizleme fabrikası miadını doldurup kapanınca Bodrum’a kesin dönüş yapan Mehmet Bodrum’da ilk olan çamaşır yıkama fabrikasını açtı. Bodrum’un ilk çamaşırhane sahibi oldu ve zamanla yoruldu işini küçültüp küçük bir çamaşırhaneyi hâlâ çalıştırmaktadır. Bizler de hâlâ birlikteyiz.
Saygılarımla. Ali DİZDAR
*PİNA ; Bilimsel ismi “Pinna nobilis” olan Dünyada sadece Akdeniz Havzası’nda yaşayan, boyu 120 cm’e kadar büyüyebilen ve yaklaşık 50 yıl deniz tabanına tutunarak sabit yaşam süren denizin filtrelerinden biri olan çift kabuklu midye ya da istiridye türü deniz canlısı. Son yıllarda hızla tükenmesi dikkat çektiğinden koruma altına alındı.