Haftanın yoğun işleri nedeniyle Münih’ ye giderken yanıma alacağım kitapları yeterince hazırlayamadım. Hemen hemen her gün kurucusu olduğum Radyo Kaktus ve Enternasyonal Çocuk Oyuncak Müzesi’nde Workshop, gurupla gelen ziyaretçiler Radyo ve TV yayınlarının yayın programlarını hazırlamak vardı. Havalarda iyi olmayınca 75 yaşına varmış bir kişi için kolay olmuyor yaşam. Bir de sandalyeye mahkum olan oğlum için üç öğün yemek masasını hazırlamak var. Çocuklarımın Annesi yaşarken o bana bre ev sorumluluğu bırakmıyordu. Beni değerli aile dostlarımız Levent ve Tülün Çakmak Hanım aradılar ve Münih Dayanışma Evi- DIDF ve Göçmen Kadınlar Birliği’nin beni Göç ve Edebiyat konulu bir söyleşiye davet etmek istediklerini söylediler. Bu davete çok sevindim. Çünkü orada yaşayan yeğenlerimi özlemiştim. Hafta sonu yaşadığımız Münster kentinden Avukat olan kızım kardeşiyle kalabileceğini söyleyince Münih’e bir gün önceden gitmeyi onayladım.
Günümüzde yaşamda gerekli olan her şeyin fiyatları çok yükseldi. Uçak ve tren biletler bizim gibi sınırlı emeklilik geliri olanları oldukça zorluyor. Bir de hava alanına gitme ve geri dönme sorunu var. Uçak ücretlerinden ayrı olarak 8 kiloyu geçen eşya için de yüklü bir ücret ödemek zorundasın. Ama gidecektim 180 Euro uçak bileti ve yüz Euro geliş dönüş taksi ücreti.
Büyük amcam Pıxoların Mustafa başka bir kente giden ve dönen yakınlarımıza ve konuklarımıza” gittiğiniz yerlerde yediğiniz, içtiğiniz sizin olsun ve helalı hoş olsun. Oralarda neler gördünüz, onu anlatın” derdi.
Eğer yeni bir şey anlatamıyorsa “Sen çuval olarak gitmiş, boş çuval olarak dönmüşsün” derdi.
Bu sözün bana söylenmemesi için küçük yaştan itibaren gittiğim her şeyi gözlemeyi, başkalarının bir konu üstündeki tartışmasını sesiz sesiz dinlemeye, içeriğini kavramaya çalışırdım. Bu alışkanlığımı halende sürdürüyorum. Belki beni yazın ve güzel sanatlar alanına teşvik edende bu alışkanlık oldu.
Münih’e gitmeye karar verince Kalender Abimin Almanya Yeşiller Partisinin Beyar Eyalet Millet vekili olan kızı Gülseren ve Abimin sendikacı oğlu Yeltekin’e haber verdim. Bir gün önce Münih’de olacağımı ve yeğenlerimin çocuklarıyla o günü kent turlarına ayırmak istediğimi söyledim.
Yeğenim Gültekin’in iki çocuğu Dilan ve Mahir çok güzel bir Şehir Turu planı hazırlamışlardı. Üç ayrı tura katılarak Münih’te görülmesi gereken bütün yerleri dolaştık. Olimpiyat Stadındaki 190 metre yüksekliğindeki Kuleye çıktık. Orada Alp Dağları’n karına, Münih kentin tümünün yukardan görünüşüne ve BMV şirketin gümüş rengindeki üç silo ve yüz dönüme yakın bir alana taht kurduğunu tepeden izledik. Fotoğraflar çektik. Münih’e gidip, Münih Sanat Alanı’nı görmeden dolaşmadan olur mu? Münih Sanat Alanı kentin tam kalbinde yer alıyor ve müzeleri ve üniversiteleriyle Avrupa’nın en önemli kültürel mekanlarından biridir. 500 x 500 metrelik alanda ziyaretçiler sanat, kültür ve bilginin eşsiz bir birleşimiyle karşılaşıyor insan.
Münih Sanat Alanı 200 yılı aşkın bir süredir sürekli olarak büyümektedir ve bugün 5.000 yılı aşkın bir kültür tarihine sahiptir. Görkemli Königsplatz ve Theresienstrasse arasındaki sanat bölgesi, Mısır’ın parlak yüksek kültüründen antik çağlardan günümüze kadar uzanan eserlerin yer aldığı olağanüstü çeşitlilikte müzeler sunuyor. 18 müze ve sergi salonu, 20’den fazla galeri, uluslararası üne sahip altı üniversite ve çok sayıda kültür kurumu birbirine yakınlar. Bunları yürüyerek görmek mümkündür. Kısacası Münih gerçekten sadece sanayi ve ticaret alanında değil kültür ve sanat alanında da Almanya’nın kalbi. Burada gördüğümüz yerler anlatmaya çalışsak kesinlikle 200 – 300 sayfalık bir kitap ortaya çıkar.
Akşam Kent Turu’ndan sonra saat 20 civarında Gülseren’in evine gittik. Yeğenim Gültekin ve eşi Demet de oraya gelmişlerdi, Sonra yeğenim Deniz’de geldi. Demet “Amcama bir Malatya Dolması hazırlayacağım” demiş. Gerçekten çok lezzetli dolmalar yeğenim Gülseren’in eşi Alihan’ın balkonda hazırladığı kuzu pirzolası oldukça iştah açıcıydı. Ayrıca Gülseren ile Demet’in birlikte hazırladığı farklı yemek ve salata çeşitleriyle güzel bir sofra donatmışlardı. Sofranın ortasına da buz içinde kırmızı ve beyaz şarap şişesi yerleştirmiş olmaları bir başka güzellik katmıştı sofraya. Ancak ben sabah ve akşam 7 ayrı kalp ilacı aldığım için sadece bardaklarda ve şişedeki şarapların rengine bakmakla kaldım. Kısacası bu akşam yeğenlerimin arasında amca olmanın keyfini yaşamış oldum.
Burada hemen sohbetin başında Gülseren “Amcam sen savaş karşıtısın, hepimiz biliyoruz. Ben Yeşiller Partisi’nde Millet vekili olduğum için bu hükümet savaş politikasını bu akşam hiç konuşmayalım. Birazcık politikalardan uzak bir hasret giderelim” dedi. Ama gene de ben ve Dilan arada bir bu Avrupa Birliği’nin özellikle savaşlara yaklaşımının halklara verdiği zararı hafiften iğnelemekten geri durmadık. Gülseren her zamanki o ana ağırlıklı olgun kişiliğini hiç yitirmedi, gülümseyerek geçiştirdi.
Ertesi sabah en erken kalkan ben ve Abimin gelini Demet oldu. Adana’nın bir köyüne dedesi Elbistan Sinemil köyünden Adana’nın bir köyüne 1915 yılından göçmüş. Göçen bu insanlar Adana’da halen ana dilleri olan Kürtçe konuşuyorlarmış. Demet’in benden daha güzel bir Kürtçe ile benimle sohbet etmesi beni şaşırttı. Bu halkın dilinin asimile ile yok edilemeyeceği inancımı güçlendirdi. Demet’in hazırladığı kahveyi içerken, ikimiz Amca ve Gelin uzun uzadıya güzel bir sohbet ettik. Diğerleri de kalkınca birlikte kahvaltı yaptık.
Kahvaltıdan sonra ben beraberimden getirdiğim Radyo Kaktus ve Enternasyonal Çocuk Oyuncaklar Müzemiz’ de yaptığımız çalışmaları içeren videolara Dilan baktı dört tane kısa video söyleşide göstermek için seçti. Ben onun verdiği kararlara hiç karışmadım. Çünkü Münih’te yaşayan aileleri, gençlerin beğeni ve beklentilerini, sorunlarını o iyi biliyor ve iyi gözlemliyor.
Salona vardığımızda kadim dostum Levent ve Tülin Çakmak havalimanında Levent beni alırken arabasında bıraktığım çantayı çıkarmış içindeki kitaplarımı masaya yerleştirmişti. Gelen dostların elinde çay bardakları vardı. Kimi salonda, kimi geniş bir bahçede bizi karşıladılar. Sendikacı Sinan Çakmak çocukları toplamış onlarla futbol oynuyordu. Kısaca şen şakrak bir ortam vardı. Söyleşi saati başlayıncaya kadar oradaki dostlar ile sohbet ettik. Bu arada Dilan USB’de bulunan Münster’deki Radyo Kaktus ve Enternasyonal Çocuk Oyuncaklar Müzesi’ndeki çalışmalarımızdan örnek olarak sunacağı videoları ekranda yansıtmayı hazırladı.
Çok kültürlülüğün tarihini göç yarattı. Her göç ve her üretimin, her savaşın, yüzlerce değil binlerce öyküsü ve yaşanan anıları vardır. Elbette bunları güzel sanatlar ve edebiyat alanlarında işlemekte yazar ve sanat insanlarının işidir.
Ben kitaplardan bölümler okumak yerine Türkiye’den işçi ve beyin göçünün Avrupa’ya 1961 yılından günümüze kadar nasıl geliştiğini ve gördüğüm, tanık olduğum olayları nasıl fotoğraflamaya ve yazmaya çalıştığımı anlatmaya orada karar verdim. Ben 49 kitabımın her birine üç dakika ayırsam bu zaten iki saati doldururdu. Bu nedenle hangi konulardan etkilendiğimi ve özellikle neden iki dilden yazmaya ağırlık verdiğimi anlatmaya çalıştım. Ve beni dinlemeye gelen dostlarımızla sohbet etmeyi, onların sorularını ve onların yaşamlarındaki iş, göç ve ütopyalarını, duymak ve öğrenmek istedim. Bu iki saati kitaplardan okumamdan çok daha iyi verimli bir buluşma oldu.
Elbette ben bu sohbetimizde neden Malatya- Akçadağ’ın bir küçük dağ köyünden çıkıp Almanya’ya gelen birinin burada bir “Çocuk ve Gençleri için Medya (Yazın, Radyo- TV), Sosyal Çalışmalar Eğitim Merkezi” ile bir “Çocuk Oyuncaklar Müzesi- Molla Demirel Vakfı” kurduğumu anlattım.
Her insanın göçünde beraberinde sadece bavulunda, çamaşır ve yiyecek taşımadığını, doğuşundan yaşadığı o güne kadara aldığı kültür, gelenek ve görenekler, anılar kısaca yaşamla ilgili içinde geldiği toplumda ne varsa onu da taşıdığını vurgulamaya çalıştım. Bu nedenle 1961 yılında Almanya’ya gelen ilk kadınlarımızın Essen Kentinde bir sayfalık gazete çıkardıklarını ve eşit, haklar isteyip iş yerinde çalışanları greve davet ettikleri için iş sözleşmelerin iptal edilip geri gönderdiklerini anlatınca şaşırdılar. Ancak kadınların soru sorması için cesaretlendirdi.
Her göçte en büyük zorluklar, acılar yaşandığı bir gerçek olduğu gibi eğer bilinçli değerlendirilirse toplumları özellikle genç kuşakları olumlu yönlendirebileceğini, gelecek yüz yıllara olumlu bilimsel, sanatsal izlerde bıraka bileceği üzerinde yoğunlaştı sohbetimiz.
Çünkü insanlık var olduğundan beri göç var. İnsan var olduğundan beri de sözlü edebiyat ve çizim ile resimleme sanatı da var olmuştur. Göçle paralel olarak değişerek gelişmiştir. Göç tarihi, edebiyatı, sanatını içeren belgeler bize göçü sadece bir ’Göç’ sözcüğüyle anlatamayacağımızda kavratır. Artık insanlar göçü nedenlerine içeriğine göre adlandırmak zorunda kalmışlardır. İç göç, kaçış- siyasi göç, işçi göçü, azınlık göçü, kısa vadeli ve kalıcı göç, gönüllü ve zorunlu göç, yasal ve yasadışı göç. Bu göçlerin hangisini alırsak alalım bir tek ortak özelliği insanı yaşaya bilmesi için ve daha kaliteli bir yaşam için var olan sınırları aşmış olmasıdır. Yaşanan mevcut dil, kültür, ulusal sınırlar insanın yerleşik hayata geçmesiyle tarihte merkezi bir göç yeriydi, belki hala öyledir. Çünkü bunlar bireye kimlik verdiği, bireyin vatandaş olarak kabul edildiği, kontrol edildiği ve giriş ile çıkışlara karar veren mercilerin oluştuğu yerdir. Bu merkezileşme ile birlikte göç genellikle tek seferlik bir sınır geçiş olayı olmaktan çıkmıştır. Çünkü insanlar yerleştikleri mülkiyet kabul ettikleri ve yönetimini oluşturdukları alanları ülke olarak kabul etmişler. Bu sınırlar içinde gerek tarım, hayvancılık gerekse sanayi alanındaki gelişmeyle paralel olarak dilini yaşam kültürünü de sürekli değiştirerek geliştirmiştir.
Bu nedenle bu ülke olarak kabul olan sınırların dışına çıkarak farklı bir gelişen bir kültür ve yaşam kalitesi, konuşulan dil içinde yaşamak, gidiş ve dönüşleri de oldukça sınırlamıştır.
İnsanlar yerler ve ülkeler arasında gidip gelir veya yerleştikleri yeni yerden bir zaman sonra geri döner. Göç aynı zamanda dil engellerini aşmak anlamına gelir ve genellikle tek dillilikten çok dilliliğe götürür.
Göç halinde bir yaşam, genellikle birden çok yerde, birden çok dilde ve aidiyetten daha fazlası yaşamak anlamına gelir. İster uluslararası ister bölgesel olsun göç, karşılaşmalara ve değiş tokuşa yol açar. Böyle bir sosyal çeşitlilik motorudur. Göç, sınırlarla şekilleniyor ama aynı zamanda onları aşıyor ve değiştiriyor. Göç, genellikle birbirini tanımayan insanları bir araya getirir ve yeni, kültürlerarası ve uluslararası yaşam ortamları yaratır. Bunun insanlığa faydalı olmasından elbette siyasi yapıların uygulamaları, rolleri inkâr edilemez. Ama siyasetçilerden daha fazla bilim, sanat, edebiyat insanlarının, aydınların çalışmaları önemlidir. Bunlar halkların, bireylerin bu güç sürecinde birbirinden nasıl yararlanacağını ve gelişen bilim, teknik ve sanatta yararlanacaklarını ortaya korlar. Toplumun aydınlanmasının, daha kaliteli yaşamasının çırası olurlar. Kısacası çok kültürlülüğün tarihini göç yarattı.
Tülün Çakmak Hanım Efendi oldukça güzel bir moderatörlük yaptı. Çok bilinçli olan kadınlara soru sorma ve konuşma hakkı vererek hem benim hem de katılımcıların aydınlanmasını sağladı. Böylece DİDF üyesi olan “Münih Dayanışma Evi” ve “Göçmen Kadınlar Birliği” gerçekten sınıf bilincine erişmiş ve çok kültürlü insanlardan oluştuğunun da tanığı olmanın sevincini de yaşamış oldum…
08.04.2024
Molla Demirel