Osman GÖYMEN ve eşi Makbule GÖYMEN Bodrum Kumbahçe Mahallesi halkından Giritli göçmeni bir aile, 3 erkek 2 kız 5 çocukları olmuş, Mustafa, İbrahim, Nazif, Zehra ve Zuhal. Biz Osman amcayı suculuk yapıyorken, teknesi ile Bardakçı’daki mitolojide Salmakis Çeşmesi olarak anılan kaynaktan evlerimize tenekelerle su taşırken hatırlıyoruz. Merceğime takılan Osman amcanın ikinci oğlu İbrahim GÖYMEN. Olgunluk yıllarında açtığı ÇARIK isimli ayakkabıcı dükkanı nedeniyle aldığı lakabı sonrası Bodrum’un ÇARIK İBO diye tanıdığı ve andığı popüler delikanlısı.
Kendimden bildiğim için Çarık İbo’nun da “Bodrum Özlemi” hastalığına yakalanmasına pek şaşırmadım. Ancak bu hastalığın bedeli bizlerden farklı olarak İbrahim ağabeyimizde bir fark yaratmıştı, ölünceye kadar hayatını etkileyecek bir fark. Ve anlat İbrahim abi dediğimizde dökülenleri sizlerle paylaşıyorum.
Tahsil hayatıma Bodrum Turgutreis İlkokulunda başladım. Öğretmenim Osman KIZILDERELİ, sert bir öğretmendi, ben okulda başarılı bir öğrenciydim. İyi dereceyle ilkokuludan mezun oldum. Okumaya devam etmeyi çok istiyordum. Hep hayalimde okuyup doktor olmak vardı. “Baba ben okumak istiyorum” dedim. Babam “oğlum ben seni okutamam durumum yok” dedi. Ve benim tahsil hayatım sona erdi. Ne kadar istesemde ısrar edemezdim, babamın maddi durumunun kötü olduğunu biliyordum.
Babam o zaman teknesiyle Bardakçı’dan evlere tenekelerle su taşıyordu. Okul bittikten bir süre sonra babam, hadi bakalım çalışmaya diye beni işe çağırmaya başladı. İstiyordu ki ben ona su taşımakta yardımcı olayım. Ancak benim tenekelerle su taşımam mümkün değil, istemiyordum ve kararımı verdim evden kaçacağım. O zaman mahallelimiz Paluko Mazlum olarak andığımız Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’in çok sevdiği dostu PALUKO lakaplı Kaptan Mustafa ESİM’in oğlu Mazlum ESİM İzmir’de ayakkabıcılık yapıyordu lüks ayakkabı firmalarına kadın ayakkabısı üretiyordu herkes gibi ben de biliyordum.
(Paluko Mazlum da bizim gibi özlem hastalığına yakalanmış ki 70 li yılların başında Bodrum’a geri dönüp Kumbahçe Mahallesindeki ünlü KALYON Oteli yaptırdı ve işletti hala Bodrum’da yaşıyor)
Bizim zamanımızda okullar kapandığında çocukların aylak aylak gezemesine pek izin verilmezdi. Beni de babam Bodrum’da HAN’ın altında ayakkabıcılık yapan Mehmet BİLGİN’in yanına çırak verirdi. Ufak tefek işlerle el alışkanlığımız oluşmuştu. Kurtuluşu ayakkabıcılık yapmakta bularak ben kararımı verdim Mazlum ağabeyin yanına İzmir’e gideceğim. Babamdan izin istesem vermezdi üstelik dayak da yerdim tek çare evden kaçmaktı.
Hazırlandım birkaç parça eşya aldım yanıma don, gömlek, pantolon ve eşyamı bir fileye koydum, aldım elime fileyi gittim çarşıya bindim İzmir otobüsüne ve evden kaçışım başladı. O zaman İzmir otobüsleri İzmir’de Varyant’tan iner KONAK’tan geçerdi. İndim Konak’ta, adresi biliyorum, söylerlerdi, adres dediğim “dükkanı ÇERÇİOĞLU Pasajında” hepsi bu. Ancak nasıl gidilecek bilmiyorum. Kemeraltı’na girersem bulurum diye yürüdüm girdim Kemeraltı’na, elimde fileyle bakına bakına gidiyorum, kime soracağımı da bilemiyorum. Akşam olmak üzere, evden kaçmışım, nerede kalırım ne ederim diye de korkuyorum. Ben Kemeraltı’nda yürürken tesadüf önümde önlüklü bir adam sırtında derilerle yürüyordu bu adam belki biliyordur diye koşup adama yetişip sordum “amca sen nereye gidiyorsun ben ayakkabıcı Mazlum’u arıyorum” dedim. Ne yapacaksın sen onu dedi. “O benim akrabam ben ona geldim” dedim. Tamam gel seni ona götüreyim dedi. Tesadüfün bu kadar güzeline rastlamak şanstı.
Beni götürdü Mazlum ağabeyin yanına çıkardı. Mazlum ağabey beni görünce “Ulen sen ne yapıyon burda” dedi. “Mazlum abe ben evden kaçtım çalışmaya geldim” dedim. Tamam gel bakalım dedi. O kadarını bilmiyorum ancak babamı aramış iznini de almıştır mutlaka. Ve ben ayakkabıcılığa başladım. Çok çalışıyordum performansım da iyi idi, mesleği öğrendim artık kalfa seviyesine gelmiştim ancak aradan da 5 yıl geçmişti. Mazlum ağabey beni bayramlarda Bodrum’a gönderirdi hasret giderirdim ancak bu beş yılda Bodrum hasretliğim hiç bitmedi. Gün geçtikçe de çoğalarak artıyordu. Bodrum özlemim öyle kabarmıştı ki dayanılacak gibi değildi artık. Son yıllarda birlikte çalıştığım çıraklara Bodrum’la ilgili “şu saatte sinemaya gidiyorlar”, “şu saatte denize gidiyorlar”, “şimdi deniz kenarında oturuyorlar” “şöyle yapardık” “böyle yapardık” diye sayıkladıklarım yüzünden “yeter len, ne bu Bodrum Bodrum, ne sevdaymış be” diye isyan ettirmiştim.
O sırada Bodrum’da TOSUN ve BASKIN diye iki arkadaş “TIMARHANE” diye bir tekneyle gelmişler nargile ile dalışa başlamışlar ve dalgıçlık eğitimi veriyorlarmış diye bir haber duydum. Bodrum’a gelen gidenimiz çok olduğundan haberleri alırdım. Ben bunu duyunca karar verdim dalgıçlığa geçeceğim. Bodrum’a dönüp işsiz kalmak olmazdı. Bodrum’da yapılacak başka iş de bilmiyorum. Gayem İzmir’den kurtulup Bodrum’a kavuşmak. Mazlum ağabeye durumu anlatıp ben gitmek istiyorum dedim. Oradan da kaçmak ayıp olurdu. Tamam artık seni biz serbest bırakalım dedi ve ben böylece hasretinden yanıp tutuştuğum Bodrum’a geri döndüm.
Baskın ile Tosun Bodrum’a gelir gelmez Gavur Ali’yi bulmuşlar ve onunla çalışmak istemişlerdi. Akıllı adamlardı vesselam. Bodrum’un denizini en iyi bilen çok deneyimli bir kaptandı Gavur Ali (Ali KARAYEL). Ali amca kaptanları olmuş birlikte çalışıyorlardı. Biz de Gavur Ali ile iyi tanışıyoruz zaten mahallelimiz ona gittim “Ali amca ben dalgıç olmak istiyorum” dedim. Baskın ve Tosunla konuştular kabul ettiler. Önceki sene TIMARHANE’yi satmışlar ve yaptırdıkları yeni tirhandil teknelerini denize indirmişlerdi, ismi ALİ DAYI. Gavur Ali’ye saygılarından teknenin ilk ismini GAVUR ALİ koymuşlar ancak çok yakışık almaz diye ismini ALİ DAYI olarak değiştirmişler. Beni yanlarına aldılar ve nargile ile dalma kurslarına başladık. Artık dalgıçlığı öğrendim ve Bodrum civarında dalmaya başladım ilk olarak Orak Adası yakınlarında düşmüş bir Alman uçağını çıkardık limana getirdik. Kurşunlarını falan yağma etmişlerdi.
Baskın ve Tosun karar vermişler buralarda çok sünger yok LİBYA’ya gidecekler. Ama sen gelemiyorsun dediler. Neden? Yaşın tutmuyor dediler. 16’yı bitirmiş 17 yaşına girmiştim bana pasaport vermiyorlarmış. Ben nasıl gidemem diye delireceğim. Evdekilere yakınmaya ve sürekli söylenmeye başladım, yaşımı büyüttürmek için devamlı baskı yapıyorum. Onlar Libya’ya gidecek ben kalırsam kahrolurum. Neyse en sonunda evdekiler razı geldi mahkemeye başvurduk ve benim yaşımı büyüttüler, beni Mustafa ağabeyimle ikiz yaptılar ve ben 1944 lü oldum yaşım 19 oldu pasaport hakkı kazandım ve gidebileceğim.
İşlemleri yaptılar benim de pasaportumu çıkardılar Libya’ya gidiyoruz. İstanbuldan çektirmeye benzer bir tekne daha aldılar ismi ERKAHRAMAN. İçine su ve mazot tankları, kumanya depoları eklettirdiler, depo, malzeme ve yatak teknesi olarak kullanılacak. ALİ DAYI teknemiz sadece dalışta kullanılacak. Rehberimiz Tosun SEZER’in eşi Josette, kaptanımız Gavur Ali (Ali KARAYEL), aşçımız Arap Cevdet (Cevdet KIZILIŞIK), dalgıçlar; Baskın SOKULLU, Tosun SEZEN, ben İbrahim GÖYMEN, Dursun MUTLU, Talat KAMBER, bir de Fethiyeli Ferit var ve birkaç mürettebat daha. İki tekne 17 mürettebatla Libya’nın Bingazi şehrine doğru 1963 yılı Haziran ayında yola çıktık.
Uzun bir yolculuk sonrası vardık Bingazi’ye. Bingazide dalışa başladık ancak dalgıç teknemiz ALİ DAYI’nın motoru arızalandı. Motor da tekne denize inerken sıfır takılmış. Baskın la Tosun çok girişken adamlardı motorun fabrikasıyla iletişim sonucu yeni makina getirttiler, eski makineyi çıkarıp yenisini taktılar. Biz de bu aralar çıkıp geziyoruz aşçımız Arap Cevdet kökeni oralardan olduğu için Araplar takılırlardı sen bizdensin seni buraya alalım diye, Cevdet te korkmuş beni alırlarda bırakmazlarsa diye “ben neden buraya geldim” diye söylenir tekneden çıkmazdı. Küçük bir sazı vardı baş altında saz çalıp otururdu. Biz Dursun’la çıkıp geziyorduk.
Makinemiz yenilenince biz tekrar dalmaya başladık. Bingazi sahillerinde sünger çok ancak hastalıklı idi petrol atıkları dipte çökelmiş süngerleri kirletmişti. Bu nedenle Trablusgarp tarafına yöneldik oranın sahillerinde dalıyoruz sahiller güzel de liman yok, up uzun sahil, gündüz berbat sıcak, gece de berbat soğuk.
Dönüş için son iki ayımız kaldığında onu da Mısır tarafında bitirelim dediler DERNE ve TOBRUK’da dalacağız . Derne’ye vardık orada dalmaya başladık. Akşamları Dursun’la dışarı çıkar gezerdik, orada Türk bir mobilyacı bulmuştuk, dostluklar kurmuştuk, bize salkım salkım muz verirlerdi tekneye getirir başaltına asardık Arap Cevdet bitirirdi. Helal hoş olsun. Derne’deki dalışlarımız bitti artık dönmemize bir ay var biraz da Tobruk’ta dalalım diye yola çıkacağız ancak DERNE’de bir beton iskele yapımı vardı Tosun’a gel bize dalgıçlık yap diye teklifte bulunmuşlar. İyi para verdiler herhalde ki Tosun da anlaştı onlarla çalışmak üzere Derne’de kaldı biz TOBRUK’a hareket ettik.
TOBRUK’a vardık ve dalmaya başlıyoruz. Süngeri bol olduğunu tahmin ettiğimiz bir bango bulduk teknemizde su altını gösteren cihazımız da vardı. Onunla verimli yerleri tespit ediyorlardı. Kayalıkları bol olan bir bölge, kaliteli süngerler de taşlık kayalık yerlerde olur. Denizciler böyle yerlere BANGO derler, derin dip düzleminde küçük bir sığ tepecik gibidir. Etrafta Yunan süngerciler de dalış yapıyorlar onlarla muhabbetimiz de var. Burası Köpek balıklarının yuvası bu taşlara daldırmayın dalgıçları dediler. Neyse bizim köpek balığı korkumuz yok. Sabah ilk dalışı Fethiyeli Ferit yaptı ikinci dalış benim saat 9.30 da ben dalacağım, neyse Ferit çıktı “İbo bir karaltı gördüm galiba büyük bir balıktı köpek balığı olabilir istersen dalma” dedi. Boşver korkmam ben dedim. Hayatımda hiç köpekbalığı görmemişim ki. Serde gençlik de var umursamadım. Ve hazırlanıp daldım, dibe doğru gidiyorum ancak birden içime bir ürperti girdi. Köpek balığı muhabbeti kafamı bulandırdı. Dışarıdayken efelenmek kolaydı, denizin içindeki sonsuzluk hissi birden korkumu körüklemişti. Ben dibe doğru gidiyorum yaklaşık 68 metrelerdeyim dibi bulduğumda rahatladım, yolda kimseye rastlamadım diye sevindim.
Akıntı vardı beni taşlardan uzağa indirmişti, taşlara doğru zar zor ilerlemeye başladım, taşlara vardığımda epeyce yorulmuştum. Süngerlere ulaşmıştım başladım toplamaya APOŞ’u dolduruyorum zamanım dolmuş iple ikaz ettiler ben biraz daha diye devam ediyorum, sonra tekrar ikinci ikaz geldi tamam dedim APOŞ’u gönderdim ben de çıkmaya başladım. Yavaş yavaş aksona yapa yapa çıkıyorum vakit geçirmeye çalışırken ellerimi oynatıyorum falan, beklerken yapılacak çok şey de yok zaten. Yukarı baktım tekne oyuncak gibi görünüyor tahminen 30 lu metrelerdeyim bir karaltı farkettim, kafamı karaltıya doğru şöyle bir çevirdim, ik-üç metre yanımda acayip bir şey, koca bir zırıltı, sanki tayyare gelmiş gibi. Kocaman bir köpekbalığı. O an bendeki tüm sigortalar attı, bir anda şuurum gitti, bir nefes çektim ve regülatörü ağzımdan çıkarıp yukarı doğru fırladım, yukarı nasıl çıktığımı hatırlamıyorum suyun üstüne belime kadar fırlamışım.
Beni tekneye aldılar. Ne oldu dediler. Köpek balığı dedim. Hadi yahu amma da yaptın dediler ancak Dursun maske takıp tekne kenarındaki merdivene tutunup denize baktı. “Allah köpekbalığı” diye bağırdı ve geri tekneye çıktı. Herhalde arkamdan gelmiş, zaten teknenin etrafından uzun süre ayrılmadı. Oturdum 3-5 dakika geçti bir sigara yaktım bir nefes çektim ve oraya yığıldım. Bir ağrı başladı tarif edilebilecek gibi bir şey değil. Zaten o derinlikten o hızla su yüzeyine çıkmak, ciğerlerimin patlatmaması mucize idi. Zannediyorum bir nefes çekip fırladığımda yolda ciğerlerimdeki nefesi vermişim ki ciğerlerim patlamamıştı. Hemen basınç odasını hazırladılar beni basınç odasına aldılar. Teknemizde basınç odası olmasa ben o ağrıyla yarım saat dayanamazdım.
Beni basınç odasına aldılar ve basınç vermeye başladılar. Başımda Baskın var basınç odasından dışarı ile konuşuyoruz 35 metrelik basınçta ben düzeldim ağrım sızım kalmadı, bütün fonksiyonlarım geri geldi. Baskın’a ben düzeldim iyiyim dedim. Baskın hadi ya iyimisin dedi basıncı durdurdu. 10 dakika geçmedi ben basınç odasında ikinci vurgunu yedim. Beni hemen 68 metrelik basınca tabi tuttular ama iş işten geçmişti. Başımda Baskın yerine Tosun olsaydı belkide kurtulurdum o bu konularda çok bilgiliydi 35 te durmazdı. İlk zaman beni 68 e tabi tutsalardı belki de kurtulacaktım. Tosuna haber verdiler Tosun işi bıraktı geldi. Ben basınç odasında tam 35 saat kaldım. Bu konuda bilgisi olan bir pilot varmış onu çağırmışlar. Pilot beni görünce şaşırmış, göğüslerim, karnım şişmiş davul gibi olmuşum. Pilot “Ne sağlam bünyesi varmış iyi dayanıyor”, “burda yapılacak bir şey kalmamış çocuğu çıkarın artık” demiş. Beni çıkardılar basınç odasından az biraz iyi gibiyim ama kendimi iyi hissetmiyorum bir sigara verin dedim bir nefes çektim bayılmışım. Uyandığımda TOBRUK hastanesindeydim üç gündür Gavur Ali başımdan ayrılmamış, öyle bir terlemişim ki üzerime koyduğu havlunun suyunu sıkıyormuş, şıpır şıpır terliyormuşum. Belki de beni o ter kurtardı diye düşünmüştüm. Ali dayı başımdan hiç ayrılmazdı. Nede olsan ben onun hem gemicisi hem de emanetiydim. TOBRUK hastanesinde bir ay kadar yattım ama bende düzelme pek olmuyordu. Ben yatalak durumdayım belden aşağımda hiç hareket yok. Karar verdiler bu iş burada olmayacak beni KALİMNOS Adası’ndaki hastaneye götürecekler. Öğrenmişler bu işin uzmanları, Kalimnos’taki hastanede ve günlük 80 bin Drahmi’ye anlaşmışlar. Dediler Kalimnos’a gidiyoruz hem senin tedavine orada devam ederiz hem de çıkardığımız süngerleri orada satarız. Kalimnos Adası Yunanistan’ın en önemli sünger toplayıcıları merkeziydi onlar süngerciliğe bizden çok önce başlamışlar. Zaten Bodrum’daki süngerleri Kalimnoslu tüccarlar gelir alırlardı.
Çıktık yola doğruca Kalimnos’a geldik. Hastaneden siyah şevrole (CHEVROLET) bir ambulans geldi. İçinde bir hemşire bir doktor. Beni sedyeyle ambulansa aldılar, hemşire bana sevgiyle Yunanca “ah yavrum güzel çocuğum” diyerek başımı okşadı. Gittik, hastane yukarılarda tepede bir yerdeydi, karşısında da lise vardı. Beni hastaneye yatırdılar ve bana bir yemek getirdiler, inanın tadı hala hatırımdadır. Tobruk’daki hastanede verilen yemekler yenecek gibi değildi, zaten yiyemiyordum, dışardan bir şeyler getiriyorlardı onunla idare ediyordum. Neredeyse bir aydır yemek hasretim vardı. Kalimnos’ta ilk yemeğim. Bir tane büyük ekşili mercan balığı ve yanında bir sütlaç. “Yahu ben cennete mi geldim?” diye düşündüm.
Ben yemeği yedikten sonra neredeyse kendime geldim. Ardından masör geldi beni muayene etti ve “ben bunu bir ayda ayağa kaldırırım bastonla da olsa yürütürüm” dedi. Bana “bak ben seni yürüteceğim ancak sen de kendine çok iyi bakacaksın dediklerimden dışarı çıkmayacaksın” dedi. Ve tedaviye başladık. Her gün geliyordu bana sürekli masaj yapıyordu. Bir süre sonra ben kalkmaya başladım. Zar zor da olsa koltuk değneğiyle ayaklanmaya başladım. Bu arada benim ünüm yayılmaya başlamış “bir çocuk vurgun yemiş hastanede yatıyor diye” ziyaretçilerim çoğalmaya başladı. Yunanlı kadınlar bana yemek getiriyorlardı. Hatta bir gün bir kadın geldi bana yemek getirmiş. Bodrum’da o zamanlar bizim deniz güvenliğimizi sağlayan J-17 botumuz vardı. Bot bir Yunanlı tratayı batırmıştı bizim suları ihlal etti diye. Mahkemede bizim taraf haksız bulunmuştu, incelemede Yunanlı tratanın uluslararası sularda olduğu tespit edilmişti. Tratada bir adamla bir genç oğlan boğulmuştu. Bana yemek getiren kadının damadıyla oğluymuş. Anlatıp ağlamıştı ben çok kötü olmuştum utancımdan nereye gireceğimi şaşırdım.
Ben artık onların çocuğu gibi olmuştum. Ben sizden biri olmak istiyorum demeye başladım, beni benimsediler ve onlar gibi olacağıma inandılar. Bana YORGAKİ (küçük Yorgo) diyorlardı.
Ziyaretçilerim arasında Yunanlı Hristo diye bir dalgıç arkadaşım vardı. Sarışın çilli yakışıklı bir çocuk. Motorsikletiyle her gün ziyaretime gelirdi. Ben iyileştikçe beni motorun arkasına bindirip hastaneden kaçırıp gezdirmeye başladı. Koltuk değneğiyle ufak ufak yürümeye başladım. Köylere gitmeye başladık, tavernalara gitmeye başladık, bir kız arkadaşı edinmiştim. Bu bizim gibi Hıristiyan olacak diye beni ailesiyle bile tanıştırmıştı. Ben hızla iyileşmeye ve artık bastonla yürümeye başlamıştım.
Birgün hastanede bir telaş bir hazırlık başladı her yer temizleniyor doktorlar hemşireler koşuşturuyorlar. Ne oluyor diye sordum. Dediler Piskopos geliyor. Piskopos geldi. Önünde koca bir madalyon ile beni ziyaret etti. Benim Hıristiyan olmak istediğimi o da duymuş gelmiş bana bir sürü bir şeyler anlattı, dinden bahsetti, tamam ben olmak istiyorum dedim. Piskopos biraz daha nasihat ettikten sonra gitti.
Aradan 5 gün geçti doktorlar beni taburcu etmeye karar vermişler, hastaneden kaçtığımı duymuşlar, hastane kurallarını çok ihlal etmişim, hiç afları yoktu. Baskın’ı çağırdılar hastanızı alın gidin bizim yapacak bir şeyimiz kalmadı, bu yaramazlığa başladı biz buna müsaade edemeyiz dediler. Mecbur hastaneden çıktık. Ben Kalimnos’ta 2 ay kalmıştım. Bodrum’a geldik. Baskın beni aldı İzmir’e götürdü İzmir’den pır pır bir uçakla İstanbul’a gittik. Baskın beni Paşa dedesinin yanına götürdü. Emirgan’da köşkleri vardı. Paşa dede hayatı boyunca savaşmış müthiş bir adam. Beni deniz hastanesine götürdü. Baktılar, yapacak bir şey kalmamış, bundan sonrası sana kalmış dediler. Ben orada 15 gün kaldım sonra mecburen yine Bodrum’a döndüm.
İzmir’den dönmüş gibi miydim? Değildim elbet ama bu hayat benimdi nasıl yaşayacağımı ancak ben tayin edebilirdim. İlkokuldan mezun olduğumdan beri…
Çarık İbo nun hayat serüveni devam edecek…
Saygılarımla Ali Dizdar
NARGİLE dalma sistemi….. Normal dalış elbiseleri giyilerek, maske, palet kullanarak dalan dalgıç teknedeki kompresörden hortum vasıtasıyla gelen havayı hava regülatörü dediğimiz bir aparatla ağızdan soluyarak dalışını gerçekleştirir.
APOŞ….. Toplanılan süngerleri içine koymak için file misali kalın ipten örülmüş torba.
AKSONA YAPMAK ve VURGUN YEMEK….. Soluduğumuz havada, yüzde 78 oranında bulunan azot gazı, normal şartlarda solunum yoluyla vücudumuza giremez. Ancak denizde derine inildikçe ortam basıncı artar ve 30 metreden sonra dalgıcın vücut basıncı, dış ortamdan yani suyun basıncından daha düşük kalır ve soluduğu havadaki azot, yüksek basınçlı ortamından, düşük basınçlı ortama yani dalan kişinin vücuduna hareket eder. Solunum yaptıkça, akciğerler yoluyla kan deveranı ile vücuda giren azot, kanda, yağ dokusunda ve kemik dokusunda çözünerek birikir. Bu birikme miktarı dalgıcın derinde kalma süresi ile orantılıdır. Bu nedenledir ki dalma süreleri sınırlandırılır. Dalgıç su yüzeyine doğru hareket etmesiyle, 30 metreden az derinliklerden itibaren vücut basıncı su basıncından fazla olmaya başlar ve vücuttaki azot gazı da vücuttaki yüksek basınçtan dışarıdaki alçak basınca doğru harekete başlar. Bu da solunum yoluyla olur ancak bu uzun zaman isteyen bir süreçtir. Ve kademeli olarak belli derinliklerde bekleyerek azot gazının vücuttan tamamen çıkması sağlanır, buna AKSONA (dekomprasyon) yapmak diyoruz. Dalgıç herhangi bir nedenle henüz azot gazından kurtulmadan su yüzeyine çıkarsa azot gazının atılım işlemi durur ve vücut içinde kalan azot gazı kan damarlarında ve dokularda baloncuklar oluşturur sonuçta arıza, araz ya da ölüm gerçekleşir. Buna Vurgun Yemek diyoruz.
VURGUN TESTİ….. Dalmaktan çıkan dalgıcın vurgun yiyip yemediğini erkenden öğrenip önlem almak için dalgıç tekneye çıkar çıkmaz bir sigara yakılıp verilir. Sigaradan bir-iki nefes çeken dalgıç bayılırsa vurgun yemiş sayılarak aksona ya da basınç odası işlemi başlatılır. Vurgunun geç anlaşılması hasarı çoğaltır.
BASINÇ ODASI….. Amaç vurgun yiyen kişinin vurgun yediği derinlikten başlayarak yapması gereken aksona olayını sil baştan yenileyerek azotun vücuttan dışarı atılmasını sağlamaktır. Bu işlem dalgıcı vurgun yediği derinliğe daldırarakar da yapılır ancak deniz dibinde dalgıç ile irtibat kurmak, denetlemek, gözlemlemek ve çok uzun süre geçirmesini sağlamak neredeyse imkansız olduğundan bu işlemi, deniz dibindeki aynı ortam sağlanarak basınç odalarında daha kolay yapılır.