Bir süredir bir grup arkadaşla iki haftada bir yapılan okuma toplantılarına katılıyorum. Bu okuma toplantılarında önceden belirlediğimiz bir yazarın bir iki öyküsünü okuyor ardından üzerine tartışmalar yürütüyoruz. Edebiyat eleştirmenliği haddimize değil elbette; kimimiz öğrenci, kimimiz çalışan her birimiz farklı işlerle meşgul olan ama okumayı seven bir grup insanız nihayetinde. Bu toplantılar vesilesiyle okuduğumuz her bir öyküde insana dair duyguları, dönemin toplumsal koşullarını, değişen kentlerin ve mekanların görünümlerini, aile içi dinamikleri, kadın erkek ilişkilerini, yoksulluğu, zenginliği ve pek çok meseleyi politik koşullara, sosyolojik ve toplumsal gerekçelere ya da felsefi argümanlara dayandırarak anlamaya ve yorumlamaya çalışıyoruz. Bu toplantılar bir yandan bize okuma disiplini kazandırırken bir yandan da kendimizi ve hayatı paylaştığımız insanları, yaşamda olup bitenleri, dönem koşullarını, insana özgü durumları farklı bakış açılarıyla birlikte görme ve anlama kabiliyetine önemli bir katkı sunuyor. Okuduğumuz her bir öykünün dönemi, karakterleri ve koşulları değişiklik gösterse de insana dair acılar, sevinçler ve çelişkiler hep aynı. Bir diğer hakikat ise yeryüzünde savaşların tüm yıkıcılığı ve acımasızlığı ile devam ediyor oluşu. Evrende kendini sonsuz defa tekrar ederken bu azgınlık ve gözü dönmüşlük içinde milyonlarca insan yerinden, yurdundan ailesinden ve canından oluyor. Sosyal medyanın debdebesi içinde bir anlığına ekranda görüp kaydırdığımız acı fotoğraflar, haberlerde göre göre normalleştirdiğimiz ölümler, kitlesel olarak yok olan toplumlar bir anlığına yüreğimizi acıtsa da kendi hayhuyumuz içinde unutuyoruz olan biteni. Bu da insana dair bir durum işte. Fakat tarih boyunca insani trajedilere bizleri tanıklık ettiren ve acıları kalbimizde hissedebilmemizi sağlayan en iyi araç edebiyat olsa gerek. Son toplamızda okumasını yaptığımız Alman yazar Wolfgang Borchert’in öyküleri gibi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşamış, savaş koşullarını ve bireylerin dünyasında yarattığı yıkımı öykülerinin odağına yerleştirmiş olan Wolfgang Borchert yirmi alttı yıllık kısacık yaşamında edebiyat dünyası ve toplumsal hayata önemli katkılar sunmuştur. Savaştan çok çekmiş ve savaştan sonra sadece iki yıl yaşayabilmiş savaş karşıtı bir yazardır. Borchert’in savaşın yarattığı yıkımı, insanların ruh hallerindeki çöküşü sade ve yalın bir dille anlattığı 1946’da yayınlanan öyküsü Ekmek (Das Brot), yiyeceğin kıt olduğu savaş sonrası Almanyası’nda geçmektedir.
Almanya’daki II. Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre sonra, yaşlı bir kadın gecenin iki buçuğunda uyanır. Mutfakta karne ekmeğinden fazladan bir dilim yiyen kocasını yakalar. Aralarındaki kaçamak bakışlar ve kısa sözcüklerle gerçekleşen “Bir ses geldi kulağıma, sandım ki bir şey oldu mutfakta”. “Çatıdaki yağmur oluğunun sesiydi galiba.” “Çok rüzgar vardı.” gibi kısa ve kesik diyalogların sonunda hiçbir şey olmadığı kanaatine varırlar. Onları uyandıran ses ne çatıdaki yağmur oluğunun sesi ne de rüzgarın uğultusudur. Aç bir karınla uyumanın imkansızlığıdır aslında. Masadaki ekmek kırıntılarından gözünü kaçırmaya çalışan kadın, eşinin ekmek yediğini görmezden gelir ve yatağa geri dönerler. Kocasının gizlice yediği ekmekten ağzında kalan son lokmayı çiğneyişini duyan kadın uyumaya çalışır. Ertesi akşam yemek hazırlayan kadın, kocasının önüne fazladan bir dilim ekmek koyar. Midesinin o ekmeği kaldırmadığını bahane eder, ardından masaya oturur. 36 yıllık evliliklerinde kocasının payına düşmeyen ekmeği yemesine içerlemiştir içerlemesine ama kadın yine de kendi payından feragat ettiğini gizlemek ister eşini gücendirmemek adına. Kim bilir açlığın üzerine bir de kocasız kalmanın durumu daha da kötüleştireceğinden endişe eder. Sessiz bir görmezden gelişle ekmek karnesinden payına düşeni kocasının tabağına bırakır.
Öyküdeki erkeğin karısının payına düşen ekmeği gizlice yiyerek karı koca arasındaki güven ilişkisine darbe vurması savaşın yarattığı yıkımın insan ilişkilerinde yaratabileceği kırılmaları anlatması bakımından önemli bir kesit sunmaktadır.
Ekmeğin her dönem için insanların beslenmesi ve hayatta kalması içi en önemli yiyecek olduğu düşünüldüğünde öykülere, romanlara, şiirlere, şarkılara konu olmasına şaşmamalı. Ekmek ne önemli bir kelime… Fırından yeni çıkmış bir ekmeğin kokusundaki huzuru başka ne verebilir ki dünyada? Yokluk ve sefalet yıllarının en kıymetli yiyeceğidir ekmek, temin etmesi kadar kalabalık ailelerde pay edilmesi zor olan. Büyük anne ve büyük babalarıyla yaşamış olanlar dinlemiştir ekmek hikayelerini. Örneğin anneannem küçücük yaşta yetim kalmış ve ekmek karnesine amcası el koymuş. Anneannemlerin payını da o alır onlara canı istediği kadarını verirmiş. Yine dedem “hey gidi bu millet ne yokluklar çekti bir dilim ekmek için karneyle kuyruklarda beklerdik” derdi.
Tarih boyunca dünyanın zenginliğini paylaşamayanlar ile onların bir dilim ekmeğe mahkum ettiği yoksulların varlığı hiç değişmedi. Zenginlik, refah, üretim ve tüketim çılgınca artıyorken milyonlarca insan sofrasına ne koyacağını hesap ediyor. Daha da kötüsü işgal altındaki topraklarda milyonlarca çocuk açlıktan can veriyor. Büyük bir insani dram yaşanıyorken dünyanın zenginleri ve söz sahibi yöneticileri olan bitene karşı kayıtsız kalmaya devam ediyor.
Bir taraftan çocuklar okullarda derslere aç giriyor, askıda ekmek kuyruklarında bekliyor yoksullar, halk ekmek kuyruğunda yorgun insanlar…
Paylaşmanın, iyiliği çoğaltmanın daha da önem kazandığı bu kutsal günlerde Gazze’den bir çocuk sesleniyor dünyaya: “Bizler ramazan sevincini yaşayamadık, günlerdir boğazımızdan bir lokma ekmek geçmedi, biz zaten aylardır oruçluyuz” diye. Halkların yaptığı gıda yardımlarının dahi ulaştırılmasına izin verilmiyor. Bombalar yağıyor gıda paketi bekleyenlerin başına. Açlıktan eriyen çocukların bedenleri can veriyor anaların kucağında. İşte buna şaşıyorum, insanoğlu nasıl dayanıyor bunca acıya?
Borchert’in “Ekmek” öyküsündeki karı kocanın arasındaki konuşmalardan buralara nasıl geldim? Eşimin sesiyle sıyrılıyorum dalgınlığımdan. Kahvaltı sofrasındayız, masamızda kahvaltılıklar ve beyaz somun ekmek. “Neden beyaz ekmek aldın? Beyaz ekmek zehir” diyor. “Canım bunu çekti” demek gelmiyor içimden “bir daha almam” diyorum keyifsizce, boğazımda kalan lokmayı ağır ağır çiğniyor yutkunuyorum utançla.
Azize Demirhan
21.03.2024/İzmir