Ali Özenç Çağlar
Amasız, fakatsız, anlatacaklarımı bilimsel kavramlara ve birtakım isimlere, bilim adamlarının, ‘alim’lerin ne dediklerine ve ne düşündüklerine takılmadan, konuya ilişkin düşüncelerimi anlatmak istiyorum. Ancak bilinen bir deyim vardır; sırası gelmişken altını çizmek isterim; o da şu: “Siz ne derseniz deyin karşınızdaki anlamak istediği kadar anlar. O yüzden kimseyi düşündüklerime, ya da öne sürdüklerime inandırmak zorunda değilim. Söylemek istediğim şey sadece kendi fikrim olduğudur…
Birinci yerde şunu belirtmeliyim. Günümüz bilim otoritelerinin belirttiği evrenin yani büyük patlamanın dört buçuk (4.5) milyar yıl olduğunun kabul edilmiş olması. Ancak benim derdim, şimdi durup dururken dört buçuk milyar yıl geriye gidip evrenin oluşumunu anlatmak değil. Ben kısaca insanı, yani insanın oluşumundan günümüze onun ne menem şey olduğu ve yine onun varoluşuyla tüm kötülüklerin ortaya çıkmış olmasıdır. Çünkü doğada hiçbir varlık, yaratık, insan gibi bile isteye kötülük yapmaz. Yani tasarlayıp planlayarak savaş çıkarmaz. Kendi soyunu, çocukları, sakatları, kadınları ve yaşlıları fırınlara atıp yakmaz, Doğada hiçbir yaratık salt kendi rahatı için, kendi şaşalı yaşamını sürdürmek için, başkalarını bile isteye, bir şekilde aç, susuz, evsiz, barksız, bırakarak yine kendi korumasını, kendi güvenliğini sağlamak için onları ölüme sürmez. Kendi yaşamını kutsal kılmak, Tanrılaştırmak için mucizelere, göz boyamacılığa, büyülere başvurmaz. Bunu ancak insan dediğimiz ne idüğü belirsiz karmaşık bir ruh haline bürünen bu varlık yapabilir… Bin yıllar içerisinde kendi korkularından kurtulmak için icat ettiği güce tapınma sonunda öyle noktaya gelir ki, kendinden daha büyük, kuvvetli, akıl olarak daha gelişkin her varlığa, objeye tapınır olur. Kimi zaman taşa, kimi ateşe, şeytana, kimi de kendi yarattıkları kahramanları kutsar ve onlara tapınaklar kurarak biat edip, taparlar. Bir süre sonra çok tanrılı dönemden tek Tanrı inanca geçilir ve ortaya ‘Allah’, Rab’ Tanrı, vb. çıkar. Tabi bununla birlikte hepsi de hikâye edilip ayrı ayrı mucizelerle anlatılır. Artık herkesin bir hikâyesi vardır. Birinin üstünlüğü bir diğerinin mucizesi ile farklı kılınır. Ardından ölüm korkusu sarar her birini ve o peygamber diye nitelediklerimiz, Cennet, Cehennem öyküleriyle değişik şekillerde taraf bulmaya çalışırlar. Havva ile Adem, cennet taamı elma, yılan, büyük günah ve şeytan figürü ile böylece oluşumları ete kemiğe bürünür. Habil ile Kabil, ilk iyilik ve kötülük kaynağı olarak gösterilir. Yine ardından İbrahim, Yusuf, Davut, Nuh, Musa, Muhammed, İsa kasıp kavurur ortalığı vb… Bir araştırmaya göre bu peygamberin sayısı kimi kaynaklara göre 2800 olduğu söylenir. Ancak nereden bakarsanız bakın şu peygamber olarak ortaya çıkanların çoğu İsa hariç, hepsi de ya kral, imparator, ya da kabilelerin en zengin, en güçlü liderleridir. Bunların hepsi anlaşmışçasına geri kalan halk kesimini kendi aleyhlerine kullanarak varlıklarını sürdürürler. Zaten bu günkü savaşların esas çıkış nedenlerinin kaynağı tam da budur. Aslında bunu herkes bilir. Yani, dün de bilinirdi bugün de bilinmektedir; bilmeyenler ise bin yıllardır yönetilen, sömürülen, onlara kul köle olan, cahil bırakılan aç, sefil, yoksul kesimdir. Çünkü bu çoğunluk olmasa yukarıdaki o azınlık asla şaşalı varlıklarını sürdüremezler. O dünkü eski Mısır’da, Roma İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğunda da bu durum değişmez. Oysa sarayda yaşayanlar için Tanrı, kutsallık, din iman hiçbir değer taşımaz. Ne var ki en iyi kurtarıcı olduklarını göstermek için en çok inanan olarak kendilerini lanse etmek zorundadırlar. Bu nedenle de seçim zamanları ellerinde İncil, Zebur ya da Kuran ortalarda dolaşır ve olmayan vicdanlarıyla adalet dağıtmaya çalışırlar.
Şimdi gelelim konunun bizi ilgilendiren boyutuna. Ben bir süre önce sosyal medyada şöyle bir paylaşımda bulundum: “Tanrı, (Yaradan) gerçektir. Tanrıdan sonra ortaya çıkan tüm oluşumlar, din ve peygamberler gerçek dışıdır. Sahtekârlar tarafından türetilen yalanlar bütünüdür.” İkinci paylaşımım ise şuydu: “Tüm dinler binlerce yıldır hiçbir dönem yoksulun yanında yer almamıştır. Onlar her zaman gücün koruyuculuğunu yapmışlardır.” Üçüncü paylaşım ise şöyleydi: “Hiçbir gerçek aydın (Entelektüel) in dini inancı olmaz. Eğer inanıyorsa o ‘Aydın’ değil sadece bir şarlatandır.” … Vay sen misin bunu söyleyen, diyerek kendilerince top yekûn saldırıya geçtiler. Kuşkusuz söylenenlerin içinde anlayamamaktan, anlaşılamamaktan ileri gelen ithamlar da oldu, farkındayım. Ne var ki böylesi karmaşık bir konuyu birkaç tümcelik alıntıyla izah etmek zaten mümkün değildi.
Şu yukarıda sıraladığım tüm alıntılar aslında birbirini tamamlayan ve ortaya atılan bir fikrin bütününden başka bir şey değildir. Sonuçta ben böyle düşünüyorum; hepsi bu. Başkalarının ise nasıl düşündüğü beni hiç ilgilendirmez. Sırası gelmişken bir gerçeğin altını daha çizmek isterim. Ben, İsa anlayışı gibi, bir yanağına vurana öteki yanağını çevir” inancında değilim. Kimse kusura bakmasın. Eğer karşımdakinin fikri, düşüncesi, eylemleri benim yaşamıma müdahale ediyorsa ben de var gücümle onlara karşı çıkar, kavgamı veririm.
Efendim geçenlerde bir grup, demokrasi ve düşünce özgürlüğü adı altında ortaya çıkan ve hem de İstanbul ‘un sembolik binası olan ADALET SARAYI’ nda “Biz Şeriat İstiyoruz!” “Biz Hilâfetin Geri Gelmesini İstiyoruz!” diye bağıracak, biz de “eh ne yapalım demokrasi var” deyip susacak mıyız? Zaten bu ülke şu muhalefetin korkak politikası yüzünden bu hale gelmedi mi? Adamlar TC’yi çıkarıp attılar kimse gıkını çıkarmadı. Adamlar Atatürk heykellerini yıktı, büstleri boyadı, alenen ateşe verip yaktılar, yine sustuk. Adamlar Anaokullarına kadar imamları soktu, biz yine sessiz kaldık. Aslında bu sessizlik, bu susuş demokrasiye saygıdan falan değil, korkaklığın, güçsüzlüğün ihanetin daniskasıdır; açıkçası, bir ülkenin, bile isteye kendi kendini yok etmesidir. Yenilgidir, toplumsal aşağılanma, yok oluş, korkunç bir çürüme demektir.
Çünkü böylesi durumlarda ihaneti yapan Cumhuriyete karşı çıkanlarla, -karşı devrimciler- kadar, susanlar da suçludur…
20 Mart 2024 / Ali Özenç Çağlar