Birinci Bölüm
Yazılarım genellikle uzun oluyor konularım kısaca anlatılacak gibi değiller de ondan. Yine uzun bir yazı, sizi sıkmamak için üçe böldüm ard arda yayınlıyorum canınız çektikçe okursunuz. Saygılarımla.
Bodrum’un yaşanmışlıklarının yanında enteresan kişilerini de yazmamak olmazdı ancak neredeyse herkes enteresan, sanki normal olmak sıradanlıkmış da kimse kabul etmemiş gibi. En enteresanlarını seçmeye çalışıyorum, hepsini anlatmaya ömrüm yetmez. Üstelik herkesçe bilinen enteresan kişileri anlatabilmek, onlarla çok fazla yaşanmışlık gerektiriyor. Benim ise kendime özel, çok kişinin bilemediği anılarıyla haşır neşir olduklarım var hemen dibimde yaşıyorlardı. Birisi Babam Recep diğeri kardeşim Adnan.
Babam Girit’ten İstanköy’e (Kos) göç eden bir ailenin üçüncü çocuğu olarak,1927 yılında İstanköy’de dünyaya gelmişti. Küçük yaşta annesinden ayrılmış babası Sait Kaptan ikinci evliliğini yapmış. Babası teknesiyle sefere çıkıp günlerce eve gelmediğinden, evde üvey anneyle sorunlar yaşıyormuş. Bodrum’a göç etmiş olan halası Şerife ZİYLAN adayı ziyareti esnasında babamı perişan halde görünce duruma el koyarak babamı yanına alarak Bodrum’a getirmiş. Onu büyüten ikinci annesi olan halası aynı zamanda Bodrum’un ünlü Ziylan Bakkaliyesi olarak bilinen Ali ZİYLAN’ın da annesi idi. Babam buluğ çağında beraber büyüdüğü kendisinden yaşça büyük olan kuzeni Ali Ziylan’ın bakkal dükkânında çıraklık yapmış. Delikanlılık çağına gelince zincirini kırıp İzmir’e kaçmış lokantalarda garsonluk yaparak hayatını kazanmış ve ardından askere gidip Erzurum Palandöken’de üç yıl askerlik görevini yerine getirmiş.
Askerden sonra Bodrum’a döndüğünde kuzeni Ali Ziylan’ın da teşviki ve yardımıyla bir bakkal dükkânı açmasını ve annesi gibi gördüğü ve saydığı halası onu torunu Müşerref ile evlendirerek de Bodrum’da kalmasını sağlamışlardı. Tahminim babam da anneme âşık olmuş ki ona hep LEYLA olarak hitap ederdi. Leyla ile Mecnun hikayesine vurgu yaparak. Beş çocukları oldu. Ali, Türkan, Nuran, Adnan ve Hakan. Ben babamın cebi dolu zamanlarının tadını çıkaran birinci çocuğuyum.
Zannederim Babamın bakkal dükkânı Bodrum’da o güne kadar açılmış bakkal dükkanlarına yeni bir boyut getirmişti. Üç cepheli dükkanda 4 büyük vitrin ve bu vitrinlerin süslülüğü Bodrum için ne gerek var dedirtecek kadar cafcaflıydı. Gençlik yıllarını İzmir’de geçirmenin ve memleket görmüş bir adam olmanın getirisiyle ve ortamın en iyisi olma çabasıyla Bodrum’un en enteresan Bakkal dükkânını açmıştı. Bugünün süper marketlerine benzer özelliği, hatta fazlası olan bir dükkândı. Orada ihtiyacınız olan her şey satılırdı. Bakkaliye, kırtasiye, zücaciye, her türlü tekstil, tekstile giren her şeyin yanı sıra en kaliteli İngiliz kumaşından tutun son moda pahalı foter şapkaya kadar akıllara zarar mallar, hırdavat, av malzemesi bayiliği, patlayıcı madde bayiliği, çeşitli araç gereçler, pil, radyo, dikiş makinesi, bisiklet, makine yağı, gaz, benzin, boya malzemesi, tartı araçları, oyuncak, gripin, sigara, tütün, çakı, bıçak….. Dedim ya ne ararsanız vardı. Dükkânın hemen önünde, (kaldırımın altına gömülmüş iki yakıt deposu olan) bir benzin pompası vardı. İki istasyonlu bir pompa. Birinde gaz (gazyağı olarak da dillendirilen motorin kıvamında renksiz yakıt) birinde benzin satılırdı. Pompa, elektrikle çalışır. Kesik olduğu zamanlarda, bir kolu vardı ve onu çevirerek çalıştırılırdı. Bu günkü yakıt istasyonlarında ilave bir bakkal yapılandırılır o zamanda tam tersi bakkal dükkanında ilave bir yakıt istasyonu yapılandırılmıştı.
Bakkalın Önündeki benzin pompası karşısında Otel ve Kahvehane
Henüz ortaokula geçmiştim ki babam iflas etti. Bu kadar frapan ve lüks eşya yığılı bir bakkal, yoksullukla boğuşan Bodrum’da “NE GEREK VARDI” söylemini doğru çıkarmıştı. Veresiye vermekten, veresiyeleri toplayamamaktan ve dükkâna aşırı mal yığmaktan günü gelen senetlerini ödeyemediği için iflasını verdi. Borçları ödemek için de dükkânı satmak zorunda kaldı.
Bodrum köylüleri, ekonomik olarak zor günler yaşadıklarından bazen borçlarını para olarak değil de mal olarak öderlerdi. Bir gün bakarsın babamın elinde koca bir yumurta sepeti, bazen iki tavuk. Bazen meyve sebze eve küfeyle gelir, balıkçılar büyük balık yakaladıklarında “Bu Recep Dizdar Balığı” derler ve balığı getirip babama satarlarmış. Annem eve gelen malzemeyi koyacak ya da koruyacak yer bulamaz, buzdolabı da yok, mecbur komşulara dağıtırdı. Bunları çok sık yaşar olmuştuk. Babam bir gün eve inek getirmişti. Belli ki hesabını ödeyemeyen borçlu hesabını inekle kapatmıştı.
Bazı arazisi büyük eski Rum evlerinde avluda hayvan barındırmakta kullanılmak üzere bir baraka olurdu. Sonraları bu barakalar soba yakıtı odun, talaş ya da öteberi depolamakta kullanılır olmaktaydı. Bizim kirada oturduğumuz evin bahçesinde de böyle baraka vardı. Barakayı asli görevine geri döndürerek uzunca bir süre ineği bahçede misafir etmiştik.
Bazen annem bazen ben ineği dağa yayılmaya götürür salardık, o akşama doğru kendi gelirdi. Evin yolunu öğrenmişti. Bir süre de komşumuz Latif amcanın ineğiyle birlikte dağa yayılmaya gider gelir oldu. Anneme onca işinin yanında bir de inek sağma görevi yüklenmişti. İneği sonra kime verdiler bilmiyorum. Yine bir gün babam birkaç keçi getirmişti. Yanlarında iki de yavruları vardı. Bir süre keçilere de baktık. Hatta köpeğimizin keçi gütme yetisini test etmiştik. Devlet memurlarından biri tayin olup giderken borcunu ödeyememiş, karşılığında kızının bisikletini vermişti. Özel yapılmış bir kız bisikleti. Ben bir süre kız bisikleti ile gezmiştim utana utana.
O zamanlar “DEFTER-İ KEBİR”denilen A-4 sayfa büyüklüğünde, neredeyse elinizin 4 parmağı kalınlığında defterler vardı. Kaldırmaya korkarsın. İçinde kırmızı mavi bir sürü çizgileri olan. Genellikle muhasebe işlerinde, envanter ve sayım tutanakları için kullanılırdı. Veresiyeleri o defterlere temize çekerdik. Babam iflastan sonra toplayamadığı veresiyelere sinirlenip o koca defteri yakmıştı. İçinde kimler vardı artık bilemiyoruz ancak aralarında zaman zaman Bodrum’a tayin olan devlet memurlarından bolca vardı. Tayini çıkıp gitmişler ve hesapları da öylece kalmıştı.
Babamın iflasından sonra imdadımıza eczane yetişti. Kuzeni Ali ZİYLAN’ın oğlu Yücel abi eczacılık fakültesini bitirip eczacı olmuştu ve ona Bodrum’da bir eczane açılacaktı ancak iki yıl askere gitmesi gerekiyordu. O sıralarda Bodrum’da var olan tek eczane sahipleri Bodrum’dan gitmek istediği için eczaneyi kapatılıyordu. Piyasayı başkalarına kaptırmamak için bir an önce eczaneyi açmak gerekliliğine inanıp eczaneyi açtılar: Yeni Eczane. Bir eczacı mesul müdür tutuldu ve işletmesini babama verdiler. Ben de o zamanlar ortaokula gidiyorum. Okuldan sonra ve tatillerde babamın çıraklığını, bir nevi de eczacı kalfalığı yapmıştım.
Babam çok kısa zamanda eczacı oldu çıktı. Doktor reçetelerini hiç sektirmeden okur, bazen de reçetede yazan ilaç yoksa hastaya muadilini verir. “Doktor bilmez, sen beni dinle bunu kullan daha iyi gelecek” diye hastayı inandırırdı. Bodrum halkına çok emeği geçmiş Dr. Alim Bey, özel çalışan ancak Bodrum halkının çok sevdiği Dr Âlim EKİNCİ durumu fark eder telefon eder ve kızardı ancak, babamla eskiden gelen bir arkadaşlıkları vardı. Atışırlar ancak birbirlerine hiç darılmazlardı.
Doktora gitmeye maddi gücü olamayanlar, üşenenler, bu benimki doktorluk değil diye düşünenler ya da doktoru bulamayanlar babama gelir derdini anlatır ilacını alır ve giderdi. Maddi durumu kötü olanlardan para almadığını da biliyorum. Babam, bizim “Propagandis” dediğimiz ilaç şirket temsilcileri, ilaç pazarlamaya geldiklerinde onlardan maddi durumu zayıf olan kişilere verebileceği ilaçlardan bolca eşantiyon almayı becerirdi. Bunda, onları günün akşamında Körfez Restoran’da ağırlaması da etkili oluyordur muhtemelen.
Babamın tahsili ilkokuldu ancak, cin gibi adamdı. Yapamayacağı iş olmazdı, pazarlaması kuvvetli, “Benim başım kıçım oynamaz” lafını ağzından düşürmeyen, dürüst, doğru ve sözünü sakınmayan bir adamdı. Ancak ilk kadeh rakıyı ağzına sürdüğünden itibaren bonkörlüğü berbattı. Ben bile bir şey isteyeceksem rakıya başlamasını beklerdim. İçmeden önce, çok gerekli değilse herhangi bir şeyi almayı kabul etmesi imkânsız olan inatçı, ketum, otoriter ve gerekmedikçe konuşmayan bir adamdı. İçkiye başladığı andan itibaren pamuk gibi istediğini alabileceğin herkes için bonkör ve hiç susmamak kaydıyla konuşan bir adam olurdu. İçmeden önce ve içtikten sonra birbirine zıt iki ayrı şahsiyet.
Babam akşamcıydı içkiyi ağzına sürdüğü andan itibaren çenesi açılır müthiş bir iştahla aklına gelen her şeyi anlatır susmazdı. Yaşanmış olaylarına ilaveler katarak anlatır da anlatırdı, ta ki konuşmaktan bitkin düşüp uyuyana kadar. Dinleyici bulamadığı için evde içmeyi pek sevmez genellikle kalabalık ortamları seçer lokanta, şehir kulübü ya da dost meclislerinde takılırdı. Gece eve geç gelir bizler ise yeni uykuya dalmış olurduk. Gelişini illaki duyurur ve mevsim kış ise çukulata yaz ise illaki dondurma ile gelir ve getirdiği dondurmayı hepimize yedirirdi. Çocuksun dondurma ikram edilmiş kaçırmak olur muydu, uyku haydi sana güle güle.
Kış geceleri çok fazla geç kalmaz bizlerin yatma saatine yakın gelirdi. Bazen henüz yatağa girme aşamasında olur geldiğini duyar muhabbetine takılmamak için hemen yatağa girer uyuyor numarası yapardık. Konuşmaya doymayan iştahı nedeniyle anneme sarar “Yeter Recep haydi yat artık” diye terslenir ve çocuklarının en büyüğü benim ayak ucuma oturur dürterek anlatmaya başlardı. Saygısızlık olmasın diye mecburen yarı uyur yarı uyanık tavırla dinlerdim. En meşhur kahramanlık hikayelerinden kurtla boğuşmasını illaki anlatırdı.
Askere gitmekte geciktiği için asker kaçağı pozisyonuna düşmüş ve Bakaya denilen bir pozisyonda askere alınmış. Belki de Bakaya olması nedeniyle Erzurum Palandöken de bir birliğe gönderilmiş (1947- 48). O zamanki askerlik süresi 3 yıl. Beceri ve cevvalliği nedeniyle kısa zamanda çavuşluğa terfi etmiş. Zaten o zaman okuma yazma bilmek bile terfi sebebiydi.
Birliği topçu birliği imiş ve top arabalarını çekmek için kışlada “KADANA” cinsi atlar beslenmekte ve babamın sorumluluğuna verilmiş. Palandöken’de kış şartları çok çetin geçermiş babam nöbetçi çavuşu olduğu zamanlar çok sıklıkla nöbet yerlerini kontrole gider nöbet tutan erlerin nöbette uyumasını önlemeye çalışırmış. Çünkü nöbet tutan askerlerin nöbet kulübesinde uyuyup soğuktan donup ölmesinden korkulurmuş.
Atı bol olan birlikte babamın Napolyon adını verdiği yağız bir atı varmış. Karda kışta nöbet kulübelerini ve “KADANA” atların konuşlandığı “TAVLA” dedikleri mekânı denetlemeye hep atıyla gidermiş. Yine bir gün atıyla Tavla’yı denetlemekten dönmekte imiş, kar diz boyu, at güçlükle ilerlemekte, gece karanlıkta yol alırken atı huysuzlanmış.
“Atın huysuzlanmasından anladım etrafta kurtlar vardı ancak çok karanlık pek bir şey göremiyordum. Aniden bir kurt atın üzerinde üzerime atladı ve bacağımı kavradı kurtla birlikte karların üzerine düştük. Kurt bacağıma dişlerini geçirmiş bacağım ağzındaydı, ani bir dönüşle kurdun kafasını koltuğumum arasına aldım ve sıkmaya başladım bıraksam tekrar saldıracaktı ancak benim mengene gibi koltuk altımdan kurtulması mümkün değildi. Sıktım…. Sıktım…. Sıktım…. ve boğdum. Atım kaçmıştı, bir ıslık çaldım ve Napolyon geldi çok sadık bir attı, birliğe varıp pantolonu çıkardığımda baldırım kan içindeydi”
Ve bu hikayesini öyle anlatırdı ki kurdun hırlayan yüzünü görürdüm. Tüm boğuşma sahnesini aslına uygun anlatır “sıktım…” derken dişlerini sıkar kurtla mücadele sahnesini yaşatır, finalde pantolonu sıyırıp baldırındaki kurdun diş izlerini gösterirdi. Ve daha nice hikayelerini hep yaşayarak anlatırdı.
Devam edecek saygılarımla Ali DİZDAR.