Çocuğu özgür bıraktıktan sonra ona oyuncak temin etmenize ihtiyacı olmaz, oyuncağını kendisi üretir. Kafa cin gibidir, ihtiyacı neyse bulur, yapar, yaratır para pul da istemez.
İlk televizyon yayınını izlemem İstanbul’da bulunma şansıma bağlı olarak 18 yaşımda gerçekleşti. Naylon topu görmek için epey büyümem gerekti. Meşin top dediğimiz deri futbol topu mahallede bir kişide olurdu. Top bulamamışsak kartona çaput, bez sarar top gibi yapar oynardık. Bodrum’a kar yağmadığından kardan adam yapamadık, karda kızak kayamadık ancak inşaatlardaki kum yığınlarında büyükçe boy tahta parçaları ya da mukavva kutularından kopardığımız parçaların üzerinde yokuş aşağıya kayardık. Hiç tepelik bir yer bulamazsak, limandaki mendireğin dış tarafındaki eğimli betondan kayardık. İllaki birkaç kez karton altımızdan sıyrılır, tırtıklı betonda popo üstü kayarak pantolonda iki delik açılırdı. Her çocuğun poposunda iki yaması olan pantolonu olurdu muhakkak. Annemizden yediğimiz azarı yazmama gerek yok. Bizler oyuna doymaz çağırılmadan da eve girmezdik. Bugünkü oyuncakçılardaki oyuncaklar o günlerde var olsaydı bile bize yetmezdi ve kendi ürettiğimiz oyuncaklar çok farklıydı. Bodrum’a gelen cambazlardan gördüğümüz tahta bacaklar yapar yürürdük, telden yaptığımız arabalarımız bir tasarım harikasıydı. Kimimiz hızını alamaz römorkunu da yapar, kimimiz üzerine tahtadan bir kasa yaparak kamyon benzetmesi ile bütün Bodrum’u boydan boya seyahat ederdik. Lastik ya da demir fark etmez bulduğumuz her türlü çember oyuncağımız olurdu. Telden yapılmış özel iteneği ile çember çevirerek gezerdik. Kimin arabası daha süslü, kim daha iyi çember çeviriyor manevralarla belirlenirdi. Sokak oyunları bir form içerir ancak yaratıcılığı sınırlardan taşan çocuk, yeni oyunlar icat eder, var olanları kendi ihtiyacı ölçüsünde biçimlendirirdi.
Seyrettiğimiz filmlerden etkilenmemek mümkün değildi. Gladyatörler, Benhur, Samson ve Dalilah, Herkül… Daha ne olsun ki… Biz bu filmlerle büyüdük. Her çocuğun kargıdan atı tahtadan kılıcı ve tahtadan tabancası olurdu. Alel acele tabanca ihtiyacı olanlar deniz kenarlarında buldukları koyun ya da koç kafatasının çene kemiklerini tabanca olarak kullanırdı. O zamanlar kasaphanede kesilen ve evlerde kurban ya da adak gibi farklı nedenlerle kesilen hayvanlardan arta kalanlar denize atılırdı. Fırtınaların yarattığı dalgalar henüz yok olmayan kemikleri sahile fırlatıp iade ederlerdi. Bu nedenle deniz kıyısında bolca hayvan kemiği bulabilirdik. Kargıdan at üzerinde belde tabanca, elde tahta kılıçlarla coşan biz çocukların bir sloganı bile vardı:
Kargıdan At, Tahtadan Kılıç, Kamıştan Tüfek, Kara Beppeden Saçma, Maçan Sıkıyorsa Kaçma!…
Kargı boğumlarından üfürmeli silah yapardık. Amazon yerlileri Pigmelerin üfleyerek fırlattıkları zehirli ok misali, ağza doldurulan henüz olgunlaşmamış palmiye meyveleri kamıştan hızla üflenerek fırlatılırdı. Palmiye ağacının meyvesine “KARA BEPPE” deriz. Henüz yeşilken toplanır, ceplere doldurulur cephanemiz olurdu. Tane karabiberden biraz büyük, sert bir meyve, hızlı üflenerek çıplak tenine denk getirilirse acıtırdı.
BEPPE; Leblebi için kullandığımız kelime. “KARA BEPPE” olgunlaşınca siyah renge bürünür ve ballanır. Palmiye ağaçları yüksek olduğundan; el, kol ve merdiven erişmez, uzun kargı edinir ucunu çatallaştırır kara beppe salkımlarını çatala kıstırıp çevire çevire kopartırdık. Meyvenin üzerindeki ballanmış kabuk kısmı yenir. Meyvenin hacmine göre oldukça büyük çekirdeği çok serttir, yenmez, diş kıramaz, o nedenle meyvenin üzerindeki ballı kısmını ağız içinde sıyırır çekirdekleri tükürürdük. Elde etmesi bir dert, yemesi ayrı dert olmasına rağmen çok severdik.
TENEKE KAYIKLAR
Yaz aylarında, yani Mayıs-Ekim arasını kapsayan bu uzun süreçte teneke kayıklarla oynamak oyun zamanımızın önemli bir bölümü kapsardı.
Yapıldığı materyalle aynı isimle anılan “TENEKE” bizim çocukluğumuzun en önemli taşıma araçlarından birisidir. Gaz, zeytinyağı, margarin, bal, tuzlu balık, lakerda, turşu, zeytin, peynir ve buna benzer tüm maddeler tenekelere doldurulur, tenekelerle nakledilir, servis edilir, satılır ya da korunurdu. Bu nedenle her eve çok sayıda teneke girmesi normaldi. Boşalan tenekeler atılmaz veya israf edilmez, yıkanır temizlenir çok çeşitli işlerde kullanılırdı. Çiçek dikmek için saksı olur, tahtadan veya telden bir sap takılarak su taşıma kabı olur, kavurma etler muhafaza edilir, fırınlanmış kuru incir stoklanır, ev çatılarında, hayvan barınakları ya da tavuk kümeslerinin çatısında yalıtım malzemesi, balıkçı teknelerinde mangal olarak kullanılırdı. Sucular sattıkları içme sularını kaynaklardan tenekelere doldurur, getirir ve evlerimizdeki küplere boşaltırlardı.
Böyle çok yerde kullanılan teneke biz çocukların elinde de kayık olarak değerlendirilirdi. Yaz aylarının önemli bir bölümünde bilhassa denize girerken oynadığımız bu tenekeden kayıkları, günün şartlarında diğer oyuncaklar gibi her çocuk kendisi yapardı.
Edindiğimiz 20 litrelik tenekenin alt ve üst kapaklarını keserek çıkarttıktan sonra, teneke dikey kesilir ve uzunlamasına açılarak kenarlarında kalan keskin çapaklar taş ya da çekiç vasıtasıyla düzeltilirdi. İki boyutlu hale getirip düzlenen teneke, uzunlamasına ikiye katlanırdı. Bir kenarına teknenin baş şekli bir kenarına da kıç şekli çizilir ve kesilirdi. Bu kesme işlemleri evden gizlice alınan sağlamca bir bıçak üzerine vurularak, bulabilirsen bir çekiç yoksa bir taş ile yapılırdı.
Baş ve kıç şekli kesilen kenarlar kıvrılarak katlanır ve dövülerek sıkıştırılırdı. İkiye katlanmış teneke yaprakları açıldığında kayığın kabuğu hazır olurdu. Ardından dipeği sabitleyeceğimiz tahta platform üzerine direk, baston, yerleştirilip yelken de dahil gereken tüm donanım tamamlanırdı. Baş ve kıç kıvırmalarda sızdırmazlığı sağlamak için zift kullanır, düzgün yüzmesi için içine safra olarak taşlar dizerdik. Daha sonraları beton döktüğümüz de olmuştu. Üzerlerine sevdiğimiz büyük teknelerin isimlerini yazar boya bulursak güzelce boyar ve boyalı teknemizle gururlanır böbürlenirdik.
Kayık boyunun baştan itibaren üçte biri mesafesinde bağladığımız iple kayığı sahil boyu yürüyerek çektiğimizde, kıyıya paralel bir rotada peşimizden yüzerek gelirdi. Buna “Kayık Yüzdürmek” derdik. Ve bu işi çok çocuk birlikte yaptığımızdan kayıklar konvoy halinde yüzdürülürdü. Bazen 5, bazen 10 kayık. Kimi zaman arkasına küçük tahtadan yaptığımız filika bağlar gezdirir, bazen yelken takar ve arkasından yüzerek kovalardık. Konvoy halinde gezen bu teneke kayık filosunun gezişini ve bizleri seyredenleri biz fark etmezdik ancak illaki olurdu.
Kayık yüzdürme alanımız Kumbahçe ve Paşatarlası sahilleriydi. Kumbahçe Sahili ile Paşatarlası sahili arsındaki küçük burun çıkıntısında sığlık ve kayalık alan yüzeyinde oluşmuş küçük göleti andıran oluşum bizim teneke kayıklarımızın limanı idi. “LİMANAÇİ” derdik. Biz Kumbahçe (Giritli) Mahalleli, çocukların küçük limanı. Limanımıza girer demirler mola verirdik.
Bizim LİMANAÇİ’mizin de bulunduğu bu sığlık ve kayalıklar, eskiden Bodrum’da yaşayan Rumlar için Kilise (Saint Georgio) olarak inşa edilmiş, depremle yıkılmış ve mübadelede konuta dönüştürmüş olan ve turizm furyasında HALİKARNAS DİSKO olarak ünlenen müştemilatın deniz kıyısı idi. Bizim Limanaçi de dahil bu kayalık ve sığlık olan kıyı üzerine dolgu yapıldı. Artık yürüme yolu olarak kullanılıyor. Uzantısına tekneler için beton bağlama iskelesi yapıldı. Fırtınalar haricinde marinamsı küçük bir liman olarak kullanılıyor.
Limanaçi’de mola verip dinlendikten sonra Paşatarlası sahilini boydan boya geçer şimdiki gemi yanaşma (cruise port) iskelesi için doldurulan Şalvarağa Burnu’nda kayalıklar arasındaki “GAVO” olarak isim verdiğimiz büyük limanımızı ziyaret eder dönerdik. Kumbahçe sahiline geri gelir bir taşa ip bağlayarak demir atar, kayığımızın dalgalarda oynaşmasını hayran hayran seyrederken denize girerdik.
Kaderin cilvesi midir, bizim seçimimizdeki isabetin doğruluğu mudur bilinmez. Küçük limanımız “LİMANAÇİ” üzeri doldurulup yatların bağlandığı, bir bakıma küçük bir liman “Halikarnas İskelesi” ve büyük limanımızın “GAVO” üzeri doldurulup “Cruise Gemi Yanaşma İskelesi” yani büyük liman yapıldı. Bizim teneke kayık sefamız efsane oldu. Bir ara canlandırmaya uğraştıksa da devamı gelmedi çünkü kıyılarımız işgal altında, oyun mecraları kaybolan çocukları sokağa salamaz olduk.
KEMİK BULMACA
Oynanan oyunlar; kültürün etkileri, çocukların yaratıcılıkları ile farklılıklar ya da yöreye özgü özellikler taşıyabilir. Oyunların oynandığı mekânlar da önemlidir. Biz Kumbahçe Mahalleli çocuklar bu oyunu deniz kenarında oynuyorduk. Bodrum’un diğer yörelerindeki çocuklar mahalle arasında ve dere yataklarında oynuyorlarmış.
Bu “KEMİK BULMACA” oyunumuzda ihtiyacımız olan 10 cm. kadar büyüklüğünde bir kemik parçası ki deniz kıyısında kolaylıkla bulurduk. Oyunumuz gece oynanırdı çünkü karanlığa ihtiyaç vardı. Eskiden şehir aydınlatmaları cılız olduğundan sokak lambaları ancak elektrik direklerinin dibini aydınlatır, deniz kenarının büyük bir bölümü karanlık olurdu.
Yemekten sonra sokakta toplaşan biz çocuklar deniz kenarında çakıllık ve karanlık bir bölge seçerdik ki kemiği bulmak zor olsun. Seçilen kemik bu karanlık ve çakıllık alana atılacak, onu bulan önceden kararlaştırılmış o noktaya getirip galibiyetini ilan edecekti.
Seçilen kemik herkese iyice gösterilir ve ezberletilir ki yanlış kemik bulunmasın. Çünkü deniz kenarında kemik çok olurdu. Herkes tamam dedikten sonra rastgele seçilen oyun başlatıcısı kemiği karanlık çakılların olduğu bölgeye atar kemiğin düştüğü duyulur ve oyun başlar.
Kemiği bulmak marifet olduğu kadar onu seçilen yere kadar götürmek de marifetti. Çünkü kemiği bulanın elinden almak serbestti. Kemiği bulduğu anlaşılan ya da şüphe edilen kişinin üzerine çullanılır kemik elinden zorla alınırdı. Zaten çocuk yığınının altında kalınca kurtulmak için vermeye gönüllü olurdunuz. En son kemik kimde kalır ve varış noktasına ulaşabilirse liderliğini ilan edebilirdi.
Bu nedenle kemiği bulmanın yanı sıra bulduğunu belli etmemek önemliydi, yoksa en az on çocuk üzerine çullanır ve kemiği kaybetmenin yanı sıra altta kalır ezilirdiniz. O nedenle kemiği bulmak, onu muhafaza etmek, çaktırmadan sahadan fırlayıp varış noktasına gitmek strateji ve çeviklik gerektirirdi.
Kemiği nihai noktaya getiren kişi, kemiği atma şerefine nail olduğu gibi büyük sükse yapardı. Oyunun en zevkli yeri kemiği bulanın elinden almak için üzerine çullanılan kısımdı. Sırf bu kısmı yaşayabilmek için oynamaya can atardık.
ATEŞLİM (ATEŞLİYİM)
Genellikle gündüz oynadığımız oyundur. Sokakta toplanan çocuk grubumuz genellikle kalabalık olurdu ve bu oyun için ideal olan çok elemandır. İki gruba ayrılır ve cadde kenarlarındaki birbirine yakın iki elektrik direği gruplarca paylaşılır. Oyun için özellikle elektrik direklerini seçerdik. Bizim mahallemizde (Kumbahçe) her sokak başında bir elektrik direği vardı. Sokaklar arası mesafeler 25-30 metre civarında olduğundan oyun için ideal uzaklık sağlanmış olurdu. Takımlar kendi direklerine ellerini değirerek güç transferine başlarlar ve eller direk üzerine temas eder vaziyette dururdu. Elini direğinden ayıran eleman av haline gelirdi. Rakip takım elemanından daha üstün, yani daha kuvvetli, yani daha ateşli olmanın şartı rakipten daha sonra direkten ayrılmakla kazanılırdı. O nedenle direğinden senden önce elini ayıran rakibi kovalayarak yakalamaya çalışırdık.
Herkes elini kendi direğine değdirmiş vaziyette oyun başlar. Oyunu başlatan takım oyuncularından biri direğinden ayrılıp iki direk arasındaki orta çizgiye kadar gelir, onu karşı takımdan eli kuvvetli olan kovalar ve o kovalayanı eli kuvvetli olan karşı takım elemanı kovalayarak oyun karşılıklı ataklarla başlar ve devam eder. Kuvvetli rakibinden kaçan oyuncu kendi direğine el değerek tekrar güç kazanır kendini kovalayan rakibinden kuvvetli hale gelirdi ancak zaten direkte bekleyen takım arkadaşı onu kovalayanı karşılamış ve karşı atağa geçmiş olurdu. Bazen oyun temkinli davranışlarla monotonlaşmaya başladığında, rakibin kovalama yapmasını sağlamak için koşusuna güvenen biri yem olarak karşı direğe çok yaklaşarak rakip takımı tahrik ederdi ki oyun kızışsın.
Oyunda amaç karşı takımdakileri yakalayıp esir almak. Her takımın bulunduğu direğe yakın bir yerde sınırları çizilerek esir parkı oluşturulur. Bizden güçsüz olan rakibi kazağından ya da gömleğinden yakaladığımız anda direnmez teslim olur ve onu esir alırdık. Esir aldığın rakibi kendi takımının esir parkına götürene kadar müdehale edilmezdi. Esirler esir park alanı dışına çıkamaz, takım arkadaşının oraya kadar gelip ona el değdirerek kurtarmasını beklerdi. Takım arkadaşı tarafından el değirilerek kurtarılan esir kendi direğine gidene kadar müdehale edilmezdi. Ancak onu kurtarmaya gelen oyuncuyu yakalamak serbestti.
Oyunda düzeni sağlayan hakem olmadığından kimin kuvvetli kimin kuvvetsiz olduğunu oyuncular kendileri saptarlar yalana, kandırmaya, hileye başvurma asla olmazdı.
Oyun, bu koşuşturmayla devam eder ta ki bir takımda yeterli eleman kalmayıp pes edene kadar sürerdi. Pes etmeyi gururumuza yediremediğimden tek kişi kalsak bile mücadeleyi sürdürür esir kapındaki arkadaşlarımızı kurtarmak için son bir hamle ile kamikaze misali esir kampına dalış yapardık.
1960 lı yılların henüz başlarında, araba aküsünün şarjından başka şarj konusunun olmadığı ve herkesçe bilinmediği bir devirde biz çocuklar şarj olmayı bulmuşuz. “DOKUNMATİK ŞARJ”, elektrik direğine elimizi dayayarak şarj oluyor, daha dayanıklı ve kuvvetli hale geliyorduk.
Arkadaşlığı, paylaşmayı, dayanışmayı, mücadeleyi, sabretmeyi, doğa ile dost olmayı, dürüstlüğü, hak etmeyi, hak yememeyi, egoist olmamayı, dostluğun değerini, pratik zekalı olmayı biz çocukken sokakta bu oyunlar sayesinde öğrendik.
Haftaya ikinci bölümde buluşmak üzere… Saygılarımla. Ali DİZDAR