Yanlış algılanma olmasın. Eski Bodrum’daki olanaksızlıklarımızdan bahsederken fakirliğe dem vurmuyorum. O zamanın yoklukları diğer yörelerdekilerle benzer durumlar arz ettiğinden olağandı. Türkiye Cumhuriyeti, tüm yokluklar sonrası var olabilmiş bir devlet olduğundan, günümüzdeki şartlara ermesi için uzun yıllar gerekmişti. O yoktu bu yoktu diye anlattığım konuları fakirliğe bağlamayın…
Demirel’in dediği gibi “mazot vardı da biz mi içtik”.
Farz edin ki şehrinizde elektrik yok ve evinizdeki tüm elektrikle çalışan aletlerinizi yok sayın….
Nasıl bir özgürlük var değil mi?
İşte, böyle özgürlüklerin bol olduğu eski zamanlarda yalınayak dolaşmak da özgürlüklerin başında geliyordu. Hayatımızı kolaylaştıracak alet ve eşyalara kavuşmak için imal etmek veya elde etmek için çok çaba sarfettiğimiz bir gerçek. Ayakkabı da zor ulaşılanlar arasındaydı. Sipariş verilerek ve ayak ölçünüz alınarak yapılırdı. Ayakkabılar genellikle bayramlarda alınan ve kış günlerinde giyilen eşyalarımızdı. Ayakkabı edinemeyenler ya takunya ya da lastik çizme ile idare ediyordu. Zaten yaşadığı ortamda sel ve çamurla mücadele ettiğinden çizme ayakkabıdan daha gerekliydi.
Halk arasında dolaşan söylentide Halikarnas Balıkçısı Lakaplı yazar Cevat Şakir KABAAĞAÇLI ile çok yakın arkadaşı ve dostu denizci/balıkçı PALUKO lakaplı Mustafa ESİM, birlikte bir çift ayakkabı edinmişler (İkinci dünya savaşı kıtlık yılları) bayramlarda sırayla giyip gezerlermiş.
Kışı atlattık gelelim yaza; yaz aylarında ayakkabı giymek hem rahat değil hem de sıkıcıydı. En iyisi yalınayak dolaşmak hem rahat hem pratik. O nedenle yaz günü ayaklarını özgürlüğe alıştıranlar ayakkabı edinmekte veya giymekte zorluk çekenler, kışı da yalınayak geçirirdi. Zaman geçtikçe özgürce yayılan ayaklar iyice yayvanlaşır, genişler, nasırlaşır ve artık ayakkabıya sığmaz olurlardı. Ya da o ayakları ayakkabı içerisinde tutmak ıstırap olurdu.
İşte bu sebeplerle eskiden yalınayak gezen vatandaşlarımız çoktu. Meşhurlardan birkaçını hatırlatayım. Birincisi babamın dilinden düşürmediği meşhur hamal Hüseyin ÖZKAPLAN, sürekli yalınayak gezermiş. Çok büyük olan ve yayvanlaşan ayakları yere bir palet gibi çarpar plach!… plach!… plach! sesi çıkarırmış. Bu nedenle lakabını “PLAÇİ” koymuşlar. Şalvarağa İbrahim amca diye de andığımız “PİTA İBRAM” (İbrahim Karabak). PİTA halk dilinde yayvan yassı anlamında kullanıldığından ayaklarının yayvanlaşması “PİTA” lakabını getirmiş. En sık yalınayak gördüğümüz sucu Afrika kökenli vatandaşımız renginden dolayı “KARADAYI” lakabıyla andığımız Mehmet Ali OLCAY evlerimize, Bardakçı Koyu’ndaki kaynaktan su taşırdı ve sonra oğlu Ahmet OLCAY babasının hem rengini hem lakabını taşıdığı gibi yine aynı işini ve de yalınayaklığını devam ettirdi. Oğul Karadayı’nın bir süre su taşıma işini de devam ettiren damadı Gabis Memet (Mehmet Karadeniz) o da çoğu zaman yalınayak dolaşırdı. Daha bunlar gibi yaz kış yalınayak gezen birçok kişimiz vardı. Bu bahsettiğim kişileri hiç ayakkabı ile görmezdik. Şalvarağa İbrahim amcanın ileri yaşlarında ayaklarının rahat ettiği terlikler giydiğini görmüştüm o kadar.
Ayakkabı edinemeyenler için en kolay ulaşılabilen ‘takunya’ vardı. Buna ‘nalın’ da denirdi. Tahta kısmı pazardan satın alınırdı ve ayakkabıcılara üzerine kösele ya da lastik bant çaktırılıyordu ya da mahalle aralarında takunya yapıp satanlardan alınırdı. Yaygın olarak kadınların gündelik ayak giysisi olarak kullandığı, bazı çocukların okula takunya ile geldiği söylenir. Ben takunyanın çok yaygın kullanıldığı zamanları görmedim. En çok şehir hamamında kullanıldığını, namaza gidenlerin şadırvana abdest almaya takunya ile giderken görürdüm. Bir de evin banyosuna ya da evin dışındaki tuvalete girerken kullandım. Bir süre de bahçeye çıkma terliği olarak kullandık. Yalınayak yürüyemeyenler denize sınır ya da yakın evlerde oturanlar, denize girmek için havlu elde takunya ile kıyıya yürürlerdi.
Yalınayak ya da takunya ile dolaşan çoğu halkımızın imdadına, hayatımıza giren naylon ile birlikte önceleri naylon ayakkabılar çare oldular. Yoksulluğu yaşam biçimi olarak reva gördüğümüz köylülerimizde uzun yıllar ve hatta hala kullanmakta olmaları utanç kaynağımızdır.
Naylon kullanım furyasından biz çocuklar da nasibimizi almıştık. Hem pratik hem ucuz olduğundan biz çocuklara, sandalet görünümlü geniş delikli naylon çocuk ayakkabısı alırlar, parçalanana kadar giyerdik. Denize girerken çıkarmak gerekmediğinden rahattı. Yalnızca yanda bulunan bağlama tokası metal olduğunda ayaklarımızın dış yanlarında gömlek düğmesi büyüklüğünde yuvarlak bir pas izi olurdu. Bu iz uzun süre de silinmezdi.
Ardından Tokyo terlikler yetişti imdadımıza, parmak arası ve ardından çapraz bantlı sıkıştırışmış süngerden yapılmış terlikler, yalınayak dolaşmak istemeyenler için ideal oldu. Bu bir anda popüler oldu ve neredeyse herkes giydi. Ucuz, bol bulunan, pratik ve gün geçtikçe daha şık modelleri yapılan Tokyo terliğin bir sıkıntısı ıslak kaygan zeminlerde, buz pistine çıkmış gibi olur artistik patinajcılara parmak ısırtırdık. Dalgınlığa gelenler, kaydığını unutanlar bir anda ahtapot gibi çarpılır kendini yerde bulurdu. Sık sık bant kopması yaşanır, kapı önünde bırakırsan evin köpeği parçalardı.
İşte bu ara hem şık bir giysi hem de sükse yapma aracı olarak; başta Ali Güven olmak üzere bir döneme damgasını vuran kösele sandaletler imal edilmeye başlanmıştı ki hem Bodrum iş piyasasına ilaç gibi geldi, hem de insanları ayakkabı giymekten ve yalınayak dolaşmaktan kurtarmıştı. Ancak fiyatı nedeniyle Tokyo terliğe rakip olamadı.
Her yaz sezonunda yalın ayak gezmeye çocukluğumuzda başladık; alışkanlık ve dayanıklılık kazandığımız kesin ki yalınayak futbol bile oynadık. İşin güzel tarafı bu alışkanlığı gençliğimizde moda haline getirip zevkine devam ettirmemizdir. Şık giyinsek bile şık bir yalın ayaklık moda olmuştu. Hele bir de ayak bileğine deri sırımdan imal bileklik taktın mı “havan batsın” olurduk. Ayakkabıları nereden aldın diye takılanlara ünlü ayakkabı mağazası ismiyle hava atardık.
Bu yalınayak modasında benim bir sıkıntım vardı. Bilhassa 1970’li yılların başlarında Bodrum Cumhuriyet Caddesi’nin popüler olduğu gezinti zamanlarında, arkadaşlarımla yaptığımız piyasa gezilerimizde yere atılan sönmemiş sigara izmaritleri illaki bana denk gelir ve üzerine basar yanardım. Arkadaşlar “hayret bir şey nasıl denk getiriyorsun” diye çok gülerlerdi.
Bizim bu kâh olanaksızlıktan, kâh zevkten yalınayak gezme sevdamız ayak tabanlarımızın sertleşmesini de beraberinde getirdi. Deve tabanına dönüşen ayak tabanlarımızın derisi kalınlaştı nasırlaştı ve dolayısıyla ölü deri çoğaldı. Bu aylarca özgür dolaşan ayakları çorap giydirip ayakkabı içine hapsettiğimizde ölü deriler çok kötü ayak kokusuna dönüştü, en çok sıkıldığımız konu bu olmuştur. O devirlerde ölü ayak derilerinden kurtulmak için bir nevi zımpara görevi görecek PONZA TAŞI satılır ve kullanırdık.
Kaptanlığımın birçok yılında teknelerde yalınayak çalışılıyorduk, sonra sonra bu alışkanlık tekne ayakkabısı giymeye dönüştü. Ayaklarımızı rahata erdirip tembelleştirince artık çakıllı sahilde yürümek ızdırap oldu ve komik hareketler yaparak yürüyoruz.
Çakıllı, taşlı, kayalık mekanlarda özgürce dolu dizgin koşabildiğimiz “Yalınayak başıkabak” günleri zannederim hepimiz çok özledik.
Saygılarımla, Ali DİZDAR