“Dokuz Eylül” gazetesinde Lütfü Dağtaş, Sefa Taşkın’ın yıllardır mücadelesini verdiği, kaçırılan (ya da “götürülmesi”ne göz yumulan mı demeliyiz!) Zeus Sunağı’nın Bergama’ya getirilmesi konusunu yazmıştı.
Çünkü sunağın sergilendiği Berlin Müzesi’nin inşa edildiği bataklık alan tehlike arz etmeye başlamış.
Almanlar da zemini sağlamlaştırmak için şimdilik müzeyi kapatmışlar.
Madem müze kapalı, o zaman verin bizden aldıklarınızı!
Elimizle verdiğimiz tarihsel değeri şimdi geri almak için çırpınıyoruz.
Verirler mi?
Sanmıyorum.
***
YAŞAR AKSOY VE KEMERALTI’DA MESERRET…
Sahip çıkmayı beceremediğimiz başka bir hikâye; Kemeraltı’da Meserret Oteli ve kahvesi…
Yaşar Aksoy’un, bütün şiirlerini topladığı “Dokuz Eylül Vapuru” kitabının arasında yer alıyor Meserret’in hikâyesi.
Tam da şehrin pek çok yerinde, özellikle de Kemeraltı ve Basmane gibi semtlerde koruyamadığımız ya da sahip çıkamadığımız değerler çoğalmışken.
Aslında Yaşar Aksoy’un İzmir üstüne nasıl titrediğini onun kitaplarını okuyanlar bilir.
Büyük yazar Tarık Dursun K. gibidir o da… her yazdığında, İzmir sevgisi kendini gösterir.
***
Aksoy’un ilk okuduğum kitabı, 90’lı yıllarda “Bir Kent Bir İnsan”dı.
Süleyman Ferit Eczacıbaşı’nın yaşamıydı kitapta anlatılan.
Basmane semtinin görkemli günleri, İzmir’deki ticari yaşam ele alınmış, bir işadamının şehrin ekonomisiyle birlikte ticarette yükselmesi anlatılmıştı.
Ayrıca pek çok sosyolojik saptamanın yanında İzmir’in sosyal ve ekonomik analiz de kitapta yer almıştı.
“Hatay Benim Büyülü Semtim” kitabımı yazarken bu kitabı defalarca okuduğumu anımsıyorum. Basmane’den Hatay semtine göçün nedenini Aksoy’un bu kitabında bulmaya çalışmıştım.
Sonra “Yeni Asır” gazetesinde yıllarca Ege ile ilgili pek çok şeyi ondan okuduk.
İzmir’in önemli simaları, onların öyküleri; eski yapılar, sokaklar, çarşılar, İzmir Fuarı… onun yazılarında bir İzmir sevgisine dönüşüyordu.
Son yıllarda ise araştırma kitaplarına imza attığını sevinçle görüyoruz Aksoy’un.
“Gâvur Mümin”, “Hasan Tahsin”, “Efeler İsyanı”, “İzmir Yangını 1922” gibi her biri emek ve araştırma ürünü olan kitaplardı bunlar.
***
Aksoy’un bir de şair kimliği var.
Merak eden “Dokuz Eylül Vapuru”nda bu şiirleri okuyabilir.
Benim burada söz etmek istediğim, “Dokuz Eylül Vapuru”nda şiirlerin arasına sıkıştırılmış olan Meserret Oteli ve Kahvesi’nin öyküsü.
Meserret, Kemeraltı’nı bilenler için, polis karakolu karşısına düşen hanının içinde şirin bir yerdir.
1911 yılında 30 odalı bir otel olarak inşa edilmiş, alt katı ise uzun yıllar kahvehane olarak kullanılmış.
Aksoy, Osmanlı dönemi içinde dört yerde Meserret olduğunu söylüyor; Şam, Selanik, İstanbul ve İzmir’de…
Zaman içinde diğerleri yok olmuş, İzmir’deki ayakta kalmış.
1970’li yıllarda tadilat ve sahip değiştirme bu kez bizdeki Meserret’in de sonunu hazırlayan bir yol olmuş.
Önce üst kattaki otel kapanmış, odalar işyeri olarak kiraya verilmiş.
Alt kattaki havuzlu, fıskiyeli kahve ise yakın zamana kadar varlığını korumuştu.
***
Sanıyorum Aksoy’un bu kitabı yazdığı yıl olan 2013’e kadar kahve çalışıyordu.
Birkaç ay önce uğradığımda ise mermer havuzlu kahvenin yerinde yeller esiyordu.
Kahve, bir tekstil firmasının satış mağazası olmuştu. Üst katlar ise atıl durumda.
Benim de o kahvehanede, Aksoy’un yaptığı gibi, 1990’lı yılların ortaları olsa gerek, çok kereler mermer fıskiyeden akan suyun sesini dinleyerek kahve içmişliğim vardı.
Son halini görünce içim sızladı.
***
Peki, bu değerler korunamaz mıydı?
Kemahlı Hanı, Meserret ve diğerleri… Osmanlı mimarisinin ve o geleneğin bize emanetleri olarak bugüne taşınamaz mıydı bu yapılar?
Bence taşınırdı ama bunun için bilinç ve gerçek bir kent sevgisi gerekiyor. Gazeteci yazar Yaşar Aksoy’a teşekkür etmeliyiz, en azından tarihsel mekânları kitaplarında anlatarak kentlinin bilgisine sunuyor.
Gerisi de yaşayanlara kalmış…
KAYNAK: https://www.gazeteyenigun.com.tr/makale/18044999/salim-cetin/kemeraltida-meserret