Muavinin omzunu dürtmesiyle Gözünü açıp otobüsten indi.
Sabahın ayazı yüzüne vurdu. İçi üşüdü kaldırıma geçip telaş içinde eşyalarını indiren diğer otobüs yolcularını izledi bir süre.
Elleriyle ceplerini yollayıp sigarasını aradı. İnce yağmurluğun içinde buldu sigara ve çakmağını, yaktığı sigaranın dumanı puslu, kapalı yağdı yağacak havaya savruldu.
Diğer peronlara da otobüslerin gelmesiyle garajın içi ana baba gününe döndü.
Annelerinin eteğinden tutan henüz bir gözü uykuda çocuklar, yeni geldiği şehirde meraklı bakışlarla etrafa bakan toy üniversite öğrencileri, çek çek arabalarıyla müşteri kovalayan hamallar, sinirli asabi simsarlar yumurta topuk kunduralarıyla uykusuzluktan bitmiş kravatı gömleği bir tarafa gitmiş şoförler.
Ayakta bir süre daha izledi o keşmekeşliği biten sigarasını yere su birikintisi attı. Rüzgar ve soğuk etkisini artırmış açık olan boğazından içeri giriyor, yüzünü, boynunu dolaşıyor onu fena halde üşütüyordu.
Kendi kendine “nereye geldim lan böyle ne zaman bindim bu otobüse ne işim var buralarda diye mırıldandı”.
Karnı fena acıkmıştı. Garajın içini şöyle bir dolandı. Büyük ışıklı tabelasında çorba ve tatlı salonu yazan camları içerinin sıcaklığıyla buğulanmış bir yere girdi. Koca salon hemen hemen doluydu. Köşede bir yerde bulduğu masaya oturdu. Masanın üzerinde bir kova içinde geceden dilimlenmiş olduğu belli olan ekmeklerden bir parça attı ağzına sigaranın verdiği dilindeki acılık dağıldı. Alüminyum sürahi içindeki suyu bardağa doldurdu içti.
Yanında kirli beyaz önlüğüyle bir genç belirdi. Çorba söyledi. Çok geçmeden geldi çorbası hemen saldırdı. Arkasından bir çorba daha söyledi onu da içti sıcak sıcak. Baharatlı sıcak mercimek çorbası onu ayıltı. Lavabo yazan yere girdi alaturka tuvalete oturdu. İhtiyacını giderdi. Elini yüzünü yıkarken aynadaki görüntüsü dikkatini çekti. Kendinden korktu. Göz bebekleri yerinden çıkacak gibi büyümüş göz altları şişmiş kirli saçları sakalları bir hayli uzamış adeta hapishane kaçkınlarını andırıyordu. Hesabı ödeyip çıktı.
Yan taraftaki çay ocağının kaldırımdaki kürsülerine oturdu.
Karnının doyması üşümesini geçirmişti sigarasından çıkarıp yaktı. Çayı önüne gelmişti bile.
– Buyur abem çayın hazır
-Eyvallah kardeş sağ olasın dur hele bir iki bir şey soracağım sana..
– Buyur abe sorasın
-Ya şimdi sana acayip gelecek ama neresi burası? hangi şehirdeyim ben?
Çaycı genç şöyle bir baktı ayağında spor ayakkabı, üzerinde bir hayli eski bir kot ince bir sweat tişört ve yine ince yağmurluğu içindeki kırklarında olan perişan görünümlü adama
-Abe burası Diyarbakır ama geldiğin yeri bilmisen Abe..
-Peki ucuz yollu kalacağım otel nerede bulabilirim?
-Abe gerek Dağkapıya gidesin, garajın dışında cadde üzerinde bekleyesen, dolmuş gelir hemen onlara binesen..
Dolmuştan indiğinde büyük bir meydanda buldu kendini, şöyle bir etrafında döndü sağa sola merakla baktı. Surları gördü kahvaltı salonlarını gördü yanından anlamadığı bir dilden konuşan insanlar geçti. Yağmur başladı sonra ince ince yağıyordu. Aslında yağmurdan çok ince sulu bir kardı yağan ve soğukluğu keskin bir bıçak gibiydi. Yağmurluğun fermuarını yukarı yakasına doğru çekti, karşı ara sokaklara doğru koşmaya başladı.
Açık olan ciğercilerin tezgahlarında çıkan duman dar sokaklarda şöyle bir dolanıp yağmurlu karanlık havaya karışıyordu.
Yerdeki birikintilerden su alan ayakkabısının içindeki ayağı buza kesmişti adeta.
Amaçsızca koşar adım dolaştı sokakları Urfa kapıdan çıktı dolanıp Melik Ahmet caddesine çıktı. Yukarıya doğru ince ince yağan karla karışık yağmurun altında balıkçılar başına kadar geldi nerede olduğunun nereye gittiğini bilmeden dolanıp duruyordu. Bir ara peynirciler çarşısına girdi. Küçük küçük dükkanların içinde büyük plastik kovaları içinde daha önce görmediği peynir çeşitlerini gördü. En çok da örgü şeklinde olan peynirler çekti dikkatini. Oradan da çıkıp Mardin kapıya doğru seğirtti. Tekrardan taş evlerin olduğu dar karanlık sokaklara daldı. Boş sokaklarda dolanıp durdu sırılsıklam olmuş fena halde üşür hale gelmişti.
Tabelasında palas otel yazan binaya attı kendisini. Merdivenin kenarında resepsiyon olan yere yanaştı.
“Kalacak yer istiyorum dedi”.
Resepsiyonda duran halinden görmüş geçirmiş olduğu belli olan altmışlık yaşlarda olan adam bir anahtar verdi üzerinde on dokuz yazıyordu. Merdivenden çık ilk koridorda diye tembih etti.
Merdivenden çıkıp odaların olduğu koridora geldi. Koridorun sonunda tuvaletler vardı. Kapısında o dokuz yazan odası kapısını açıp girdi.
Küçük odanın ortasında eski karyoladan bozma bir yatak üzerinde katlanmış gri renkli bir çift battaniye vardı. Arka sokağa bakan kirli koyu renkli perdeleriyle dışı demir şebekeli küçük bir pencere ve yatağın yanında eski bir komidin vardı yerde epeyce yıpranmış bir halı koyu renkli duvarla tam bir uyum içindeydi.
Prize dokundu sarı loş ışığıyla ampul yandı. Yatağa yöneldi üzerindeki tüm ıslak giysileri çıkarıp yere attı. Çırılçıplak bir halde buz gibi yatağa girdi battaniyeleri üzerine çekti. Battaniyeleri iyice sertleşmiş tüyleri çıplak vücuduna batar gibi oldu.
Yatağa boylu boyunca uzanıp gözlerini gölgeler içindeki tavana dikti. Bir yandan da düşünüyordu.
Dün aldığı kötü bir haberden dolayı morali epeyce bozulmuş gün boyu yaşadığı denizi olan şehrin sokaklarında dolaşıp durmuş gün boyu da içmişti. Sarhoş haliyle karıştığı bir iki küçük kavgayı hatırladı hayal meyal. Akşama kadar kör kütük oluncaya kadar epeyce içmiş sonra da kendini terminalde bulmuş nereye gittiğini bile bilmediği hareket etmek üzere olan otobüse binmiş ve gözünü bu tanımadığı şehirde açmıştı. Ve şimdi bu izbe otelin odasındaydı.
Uykusuzluktan ve yorgunluktan kapanan gözlerine fazla direnemedi. Kendini derin uykunun kollarına bıraktı. Dışarıda yağmur yerini beyaz bir kara bırakmıştı…
i. Akan