Yazar Akman Gedik Antalya‘da bulunan Zuzu Kitap’da yeni yayınlanan “Evlerin Sessiz Dili” adlı eserini bana gönderdi. Bu cümleleri yazmış ve imzalamış:
„Sevgili Molla hocama,
Kendi hikayemiz bilinsin diye yazıyoruz. Dip yaşamların hikayeleri güzeldir.
Dostlukla,“
Sezai Sarıoğlu „Evlerin Sessiz Dili “kitabı için “Yaraların Beyanı Esastır“ başlığı ile yazdığı önsözde şöyle der:
„…yarası olan yazarın, yaralarını yarıştırmak için değil tanıştırmak için de yazdığıdır. İyileşmek ve kötülüklerle baş etmek için de yazarız. Yaralarımız bizi yazmaya davet eder, bazen biz yaralarımızı bazen de yaralarımız bizi yardıma çağırır. Her biri “karakutu” olan yaralarımızın bir yeraltı tarihi vardır…
Bazı yaralar vakti gelince gün ışığına, kamusal alana çıkıp okurla tanışmak ister. Pek çok kitabın, kadim yaralarımızın kısa tarihi olması bundandır. “
Gerçekten „Evlerin Sesiz dili “adlı eser okuyucuya çocukluğundan beri yaşadıklarını, duyduklarını, gördüklerini hatırlıyor, yeniden yaşatıyor sanki. Ayrılığın, göçmenliğin, bekleyişlerin ve hasretin acısını halı nakışları işler gibi kitabın adını taşıyan başlığın altında işlemiş.
Almanya ‘da çalışan, babası ve kardeşlerine olan özlemini, Türkçe, Almanca bilmeyen annesini, devrimci gençlerin saygılı ve dayanışma gösteren davranışlarını gözleyerek taktir etmesi ve onlara sempatiyle yaklaşması ve destek vermesini bu altın değerindeki kısa bir cümleyle verir:
“Derken 1980… Tarihin ipi koptu. Bu kara dönem. “
Aynı yazıda söyle sürdürüyor anılarını:
„Evler de insanlar gibidir; yaşam izleri kesilince yorgun düşer yaşlanırlar, viraneye dönerler. İçlerinde ne hikâyeleri vardır anlatılmayan, kim bilir?
Bu ev demek çocukluğum, anayurdum, cennetimdi benim anılarımdı. Anamın emeği, suskunluğuydu.
Bizim yazgımız evimizin yazgısıyla koşuttu biraz. Evimizin gördüklerini görmüş, yaşadıklarını yaşamıştık. Her evin yazgıs bir yönüyle de o toprakların yazgısıdır. İçine girdiğimizde hep keyif aldığımız dünyamızdır. Savrulan hayatlarımızdır. Baktıkça içimizde büyüyen sızımız, dinmeyen yaramızdır. Aklımıza gelen/düşen komşular, köy çeşmesi, kavak ağaçları, köy meydanı eşiğine varılan musahip, kısacası anlatılan hikâyemizdir.
Evlerin de sessiz bir dili, bir hikâyesi vardır mutlaka; dinlemeyi bilirsek öğreniriz o dili. Çocukluğunu arayan her insanın doğduğu evlere varması /gitmesi anıları tekrar yaşaması o dili öğrendiğine işarettir. “
Genel olarak kitapta kurmancı (Zazaca) ve Türkçe dil konusuna değinir “Asimile” ve “yasak” sözcüklerini kullanmadan ustaca Türkçe ‘nin dışındaki dillerin asimle edilerek yok edildiğini işliyor.
Ayrıca “Biz eşek kesmeyiz Kumutan Beg, günahtır” başlıklı yazısında olduğu gibi Sünni mezhebi dışındaki inançlar üzerindeki siyası baskısını da oldukça başarılı bir biçimde işlemiş.
Bir Alevi Köyünde yaşanan bu anıyı anlatan şu cümleler gerçek baskıyı gözler önüne seriyor.
„Komutan patakladı Seydali’yi. Seydali sözünden caymadı. Bu sefer geldi orta yaşlarda olan Haydar’ın önünde durdu. Haydar da yeminler içti, ağladı. Yetim olduğunu söylediyse de komutan dayağından kurtulamadı. Komutan kimin yanına vardıysa kimse bıçağı eline alıp ben keserim demedi. En nihayetinde köyün öğretmeninin önüne gelip durdu.
“Öğretmen Bey, bu görev sana düştü, kes,” dedi.
“Komutan Bey,” dedi öğretmen. “Eşeğin kesilmeyeceği pekâlâ siz de bilirsiniz. Ne demeye insanlara bu kadar eziyet eder durursunuz. Maksadınız bizi dövmekse buyurun dövün. Cezamız neyse söyleyin bilelim. Ama bize bu hakareti yapmayın, niyetiniz cezalandırmaksa bunun yeri mahkeme. Verin bizi mahkemeye, varalım suçumuz ne, bilelim.”
Komutan bir sert bakış fırlattı Öğretmen’e.
“Dilin çok uzun öğretmen… Çok uzun… Söylemedi deme…”
“Gidiyorum şimdilik. Gözüm hep üzerinizde olacak. Ananızdan emdiğiniz sütü burnunuzdan getireceğim! O anarşistlere yardım etmek ne demek, göstereceğim size!” dedi Komutan, köylülere parmak sallayarak. Giderayak köylülerden birkaçını tokatlayarak ayrıldı. “
Bütün bunlar „Nazım Hikmet ‘in analara kıymayın efendiler“ cümlesini hatırlatıyor.
Kitapta işlenen birçok sayfada „Evlerin de sessiz bir dili, bir hikayesi vardır mutlaka; dinlemeyi bilirsek öğreniriz o dili. Çocukluğunu arayan her insanın doğduğu evlere varması/gitmesi anılan tekrar yaşaması o dili öğrendiğine işarettir. “Bu cümlesi gibi hemen hemen her başlık altında işlenen Öyküsel denemelerde egemenlerin dil üstündeki baskısını, bunun toplumsal bir sorun olduğunu hatırlatıyor.
Yazar sadece devlet baskısını mizahi bir dil ile anlatmakla kalmıyor köy, kent, kent kenar mahallesi ve göçmenlerin Almanya ‘da, yol boylarında yaşadıklarına da ışık tutuyor,
Anne ile küçük oğlu arasındaki diyalogda emekçi ile emeği sömürenlerin bireysellikten büyük tekellere kadar uzandığına da işaret ediyor. Yer yer düşündürüyor ve yer yer güldürüyor. Ama her zaman doğa ve toplum içinde dolaşarak toplumun farklı yaşantısına okuyucunun yoğunlaşmasını sağlıyor.
Mutlaka okunulması gereken bu „Evlerin Sesiz Dili “kitabın arka kapağında yer alan Sezai Sarıoğlu’nun bu güzel cümleleriyle sonlandıralım:
„Yara dediğin bazen uzaktadır, çağırsan bile gelmez. Yara dediğin çok yakındadır, bedene ruha işlemiştir, kovsan gitmez. Bazen annenin ahıdır, bazen dilin bedduası. Bazen dilinden ve ülkesinden sürgün edilenin veya göçenin iç kanaması. Kıbrıslı şair Fikret Demirağ’ın “Yurdunun kokularını gümrükte bırakma” dizesinden el alarak söylersem, dilinin ve yaralarının kokularını gümrükte bırakmamanın halleridir. İşaret ve itiraz parmağını yitirmeyen yazarlardan, Akman Gedik, öykü deneme tadındaki “yara beyanı” metinlerden oluşan bu kitabında yaralarının izini sürüyor. Değil mi ki, insan yaralarının da toplamıdır, değil mi ki bazı kitaplar yara beyanıdır, yaraların beyanı esastır, deyip sorsam: İnsan ne zaman evindedir? Dahası insan ne zaman dilindedir…“
Halkımız boşuna dememiş „kurşun yarasından daha beterdir dil yarası.“ Akman Gedik‘in bu çalışması bize şunu hatırlatıyor: Bir dilin yasaklanması, hakir görülmesi, ötelenmesi sadece eziklik değil bir halkın, bir dünyanı ölümüdür. Baskıya, sömürüye dil isyan eder. Dilin isyanı orduların isyanından daha güçlüdür…
23.05.2023
Molla Demirel